Kronik Muhalif
“… ve Yehova, ‘Bunların hepsi tek kavim’ dedi. ‘Konuşacakları dil aynı, giriştikleri işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar. Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların: Birbirlerini anlayamaz olsunlar’… Ve Ademoğulları, kentlerini kuramadılar… Oraya, ‘BABİL’ dendi… BABİL, yani ‘karışıklık’…”
Dağıldı Ademoğlu…
Sonra, çarpanlarına ayrıldı…
Kendi elleriyle böldüğü dünya üzerinde, her gün biraz daha bölündüğü yetmezmiş gibi, bölündü kendi içinde de…
Parçalandı koskoca dünya, ülke ülke saçıldı yer kürenin dört köşesine…
Sınırlar oldu sonra, tanrı demedi belki (belki de dolaylı yoldan söyledi bunu), ama oldu işte…
Herkes şen kahkahalarıyla dünya içinde kurmaya uğraşırken kendi dünyasını, kıkırdaya kıkırdaya “Böl-Yönet” alıştırmaları yapan Mezopotamya’ya kızdı tanrı.
“İlk Günah” tohumlarının ekildiği Eden Bahçesi’nin bulunduğu, “İlk Kardeş Kanı”nın döküldüğü ve Babil Kulesi’nin inşa edildiği o topraklara olan öfkesi dinecek gibi değildi…
“Bana bak!” diye seslendi herkesin içinde, “Sen gülme” dedi. “Kana sen… Dünya yıkılana kadar, dünya kurulduğundan beri kanadığın gibi kana…”
“Kan yürüsün” dedi, “… sana bahşettiğim tüm çatlaklarına…”
Tam gidecekken kıyamadı, evladına ceza verirken bile içi sızlayan bir anne gibi:
“Hadi al” dedi, “Bu senin olabilir…”
Ellerini kaldırıp, “Şükürler olsun sana” dedi Mezopotamya…
Tanrı ciddi: “Tamamen yok olup gitmemen için veriyorum bunu, şımarma… Ona çok iyi bak, gözünden sakın, ben sizi alıncaya kadar” dedi… “Senin tek renkli atlasına, benim verdiğim yegane ışıktır bu, sakın karartma…”
“Bunun adı ne tanrım” diye sordu Mezopotamya utana sıkıla…
“Bunun adı FIRAT” dedi tanrı… “Ama bakma sen benim Fırat dediğime… Zaman’ı bil yalnız. Zaman’ı sakın unutma! Unutursan, canını yakarak hatırlatır kendini sana. Gün gelecek, sen ona asıl adıyla hitap edeceksin…”
Mezopotamya, istirahata çekilen tanrıya “Peki asıl adı ne?” diye soramadan çöktü karanlık…
İçini bir telaş sardı Mezopotamya’nın…
“Ona sahip çıkamadım” diye mırıldandı gözyaşlarıyla… Ellerini göğe açtı, tam bir yıl boyunca dua etti ama bir türlü çekip gitmedi karanlık… “Ama zamanı tanıyorum ben” dedi çaresizce, “Bir gece bu kadar uzun sürmemeli… 8766 saatten beri bekliyorum, şu lanet olası aydınlık gelmedi hala…”
“Fırat’ın adı ne?” diye bir yıl boyunca her gece sayıkladı rüyasında…
“Tanrı, ‘Ona sahip çık, o sana verdiğim tek ışık, sakın karartma demişti’ ama, ben beceremedim” diye ağladı o bir yıl boyunca…
En sonunda kabullendi halini…
“Ama keşke gerçek adını bilebilseydim” diye söylendi sonra…
“Fırat’ın adı ne tanrım?” diye yalvardı yok canıyla…
Tanrı, kendisi yüzgöz olmak istemediği için, bir meleğini gönderdi Mezopotamya’nın kurak topraklarına…
Melek, eğilip Fırat’ın gerçek ismini söyledi Mezopotamya’nın kulağına…
Duyar duymaz irkildi o yaman coğrafya…
Yeniden çatladı bütün toprakları…
Melek, hemcinslerini de alıp çekilirken “şeytanlar” toprağından; gök, boydan boya yarılırcasına gürledi…
Ve…
Nihayet başını çıkarıp penceresinden, bir kez daha “Kana” dedi tanrı, “Artık senin tek yazgın bu… Sana verdiğim ışığın kıymetini bilmiyorsan, gömül karanlığa ve sonsuza dek kana…”
… bin FIRAT doyuramaz seni…
… bir HRANT, fazla sana…
“Sen en iyisi, kana…”
L A L U Ç A R & G A M Z E K A B İ L
* * *
&
Kalbi kendinden güzel birinin satırlarında, “İşte bunu hiçbirimiz bilmiyorduk” diye yakınılarak yazılmış bir şarkının sözlerini gördüm önce:
“Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…”
Musiki Cemiyeti’nin paralelindeki sokaklardan birinde çocukluğunu geçirmiş biri olarak, Müzeyyen Senar’ın eşsiz sesinden dinlediğim bu şarkıyı biliyordum ben…
Sözde, “yabancı değildim” Türk Sanat Müziği’ne…
Ama, aradan zaman geçince benim de, tıpkı “Gidenlerin Fotoğrafı”nı bizlere hüzünle sunan Lal Uçar gibi, hiçbir şey bilmediğim çıktı ortaya…
Lal, bir düğmeye dokununca aydınlandı karanlık…
Şarkı elbette Nihavend makamıydı…
“Peki güfte ve beste kimin?” diye sorduğunda boş boş baktım yüzüne: “Bilmem!”
Türk Sanat Müziği’nin o en muhteşem melodisi, “bu topraklarda hepimizden fazla gözü olan” Ermeni bir sanatçıya aitti: Kemani Sarkis Efendi…
Şimdi bir kere daha dinlemeye ne dersiniz?
“Perde-i vuslat çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…”
Maziye olduğu gibi, istikbale de “ürkek bir güvercin gibi” titremeden bakabilmesi pek mümkün değildi herhalde…
1915’ten, 2007’ye…
* * *
Bugün yaşasa, muhtemelen özel bir tarihte Ermenistan yollarını bu grupla birlikte arşınlayacak Hrant Dink’in ardından bir şeyler yazmak için oturunca masanın başına, Kardeş Türküler’in sonsuz sesli solisti Feryal Öney’den, bir başka eşsiz melodiyle harmanlanmış o ağıt gibi türkü yükseliyor odanın içinde: “Zepur Gi Tarnam”…
İsteyen, her yere kapı açabilir bu melodinin teninden geçerek…
Ben iki kapı açıyorum bu türküyü dinlerken: Biri, Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” filminin en dokunaklı sahnesinden aklıma kazınmış bir repliğe; diğeri, hepimizin ortak atlası, Atilla Durak’ın olağanüstü yapıtı “Ebru”nun (Metis Yayınları) sayfalarına aralanıyor usulca…
Bir Ermeni Halk Türküsü olan ve merak edip de internette arayışa çıkmadan önce hiçbir sözünü bilmeden, ama her seferinde tüylerim diken diken dinlediğim, “Zepur Gi Tarnam” türküsüyle araladığım ilk kapının ardında bir kere daha duyduğum o repliği, siz de hatırlıyor musunuz acaba?
Bu kırık coğrafyayı en güzel dillendiren seslerden biri, Aynur Doğan’ın, filmin bir yerinde söylediği Kürtçe bir türkü olan “Dar Hejiroke”yi duyar duymaz ağlamaya başlayan; hem de onca gözyaşı döktüğü türkünün tek bir kelimesinin bile anlamını bilmeden ağlayan Dünya’nın, bilmediği dilin türküsüne neden ağladığını soran Nazım öğretmene verdiği o muazzam cevap: “Bu türküye ağlamak için, Kürtçe bilmeye gerek yok ki…”
O türküye ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek yoktu tabii ki; tıpkı, benim tüylerimi diken diken eden şu Ermeni türküsüne hüzünlenmem için, Ermenice’ye gerek duymadığım gibi…
Ağlamak da, anlamaktır yerine göre…
“Bilmek”se eğer mutsuzluğumuzun kaynağı, o mutsuzluğun meyvelerinden olan gözyaşlarımızın aktığı “çatlaklardan” en suya muhtaç olanıdır üstelik, “anlamak” denilen erdemli bela…
Bazen, kendisininkilere çok benzeyen seslerine ve hikayelerine ağlaması için, ne anlattığını bilmesine pek de gerek yoktur insanın, bir başka yüreğin en derininden dökülen ağıdı duyduğunda…
“Kelimelerin ötesinde bir dil vardır” ya, işte oraya dokunur bazı seslerin ve hikayelerin içinden sızan ağıtlar…
Ağlamak için nasılsa, anlamak için de gerek yoktur bir başkasının dilini bilmeye…
Oysa, Babil’den beri döktüğümüz onca gözyaşına rağmen, ağlamakta çığır açarken yani her gün yeniden, anlamaya o kadar uzağız ki hepimiz.
* * *
Peki, Atilla Durak’ın “Ebru”sunu elinize alıp, sayfalarını içinde kaybolurcasına karıştırdınız mı herhangi biriniz?
O sayfaları karıştırırken, memleketin dört bir yanında çekilmiş fotoğraflardaki rengarenk insan yüzleri altında, şu ibareleri gördüğünüzde içiniz de renklendi mi mesela: Roman, Laz, Çerkes, Alevi Türk, Ermeni, Sünni Kürt, Hıristiyan Arap, Özbek, Alevi Kürt, Rum, Sünni Türk…
Ya da, ben izleyemedim ama, “Türkiye bir mozaik, bir ebru olduğu kadar, bir aşuredir de aynı zamanda” diyerek, Muharrem ayını Garajistanbul’da sahneledikleri “Ashura” oyunuyla karşılayan tiyatrocuların perdesini aralayan oldu mu aranızda?
“Tek renkli”lerden misiniz siz yoksa?
Bir ülkenin sınırlarını bilgisayar başında genişletip, tek bir renge boyayarak “aleme” sunan ve o haritaya baktıkça gururu okşanan gerzek Türklerden misiniz?
Bu melodiler, bu renkler içinizin herhangi bir yerine dokunmuyor mu gerçekten?
Peki, acaba bir içiniz var mı sizin?
* * *
Hrant Dink’i öldüğü gün tanıyanlardan değilim ben, ne mutlu…
Ahmet Altan’ın, sanırım 2002’de, Hrant Dink’in nefes aldığı süre boyunca yargılandığı, kimbilir kaçıncı davanın ardından yazdığı bir yazıdan sonra keşfettim onu…
Önce Agos’a, sonra Birgün’e bağlandım olağanüstü satırlarını okuyabilmek için…
Rahmetli anneannemden anneme, annemden bana devrolan “bir arada yaşam” kültürüne aşinalıktan ve o güzelim terbiyeden olsa gerek, hayatım boyunca uyruklarını, has kimlikleri olarak bellemedim hiç kimsenin…
“Ya tamam Ermeni ama, keşke öldürülmeseydi” gibi uyduruk bir duyarlılık da sızmadı içime…
O yüzlerin altına “Kürt” diye yazmışımdır belki Atilla Durak gibi, fakat “Ama Kürt” yazmadım hiçbir zaman… “Ermeni ama”, “Hıristiyan olsa bile…” olmadılar benim için…
Tophane’nin daracık sokaklarında, her renkten komşularıyla birlikte kaynaşarak büyümüş annemden aldım, kimliği, kıçıkırık bir uyruğa indirgemeyen bu terbiyeyi…
Söylediklerini anlamadığı Rum bakkala, “Senin dilin yok mu?” diye soran anneme gülerek dilini çıkaran o adamı, hiç tanımasam da tanıdım anlatılan hikayelerle…
Bana anlatılan o hikayelerin hiçbir yerinde “Pis Kürt”, “Ermeni dölü”, “Alçak Yunan” gibi tanımlamalar çalınmadı çünkü kulağıma…
Askerdeyken, “İstanbul’luyum” deyince karşımda sinirden köpürerek, “Ne İstanbul’u lan, İstanbulluysan kökün ya Rum’dur ya Ermeni… Türk’sün sen Türk” diye hırlayan komutandan, teskeremi alana kadar tiksindim, en az ilk günkü kadar…
Farklı bir nedenden dolayı kalbini kırdığım, en yakın arkadaşım Ermeni’ydi, yine “asker ocağı”nda…
Hâlâ, tek bir kelime bile konuşmadığımız şu zamanda bile; beyninin içinde kaydadeğer bir şey olmadığı için, övünebileceği yegane serveti olan kafatasını hiç yanından ayırmayan, milyonlarca Türk’ten değerlidir benim için…
Hakeza, yalnızca bu sitenin ve bazı dergilerin sayfalarına iliştirdiğim bu yazılar sayesinde tanıdığım Ermeni, Rum, Hıristiyan arkadaşlarım gibi…
Ben de, kendi “servet” haneme yazdım onların isimlerini…
Üstelik nedense, paranoyak ırkdaşlarım gibi, bu toprakları “kıskanmadım” hiçbirinden…
Onlara, “saf ve asil Türk” olan varlığımı, elimde salladığım kan kırmızı bir bayrakla “ispatlamaya” girişmedim…
“Bölünüyoruz” diye, çığlık çığlığa açmadım sınır kapılarını, öz be öz memleketlerinden onları kovmak için…
Hrant Dink’i de öldüğü gün tanımadım, ne mutlu…
O’nun, o kocaman çocuk bedeni, şehrin en işlek caddesine nefessiz bir soğuklukla yığıldığında, benim “gıyabında” sürdüğüm dostluk, beşinci yılını dolduruyordu…
İzin vermediler daha fazlasına…
Bir yıl geçti o lain günün üzerinden…
Benim aklım ise; cenazesinin Agos gazetesinin önüne getirildiği 23 Ocak gününe, ürkek değil, cesur bir edayla konan o güvercinin, beni benden utandıran gözlerinde kaldı…
Bembeyaz çiçeklerle sarılı tabutun üzerinde, bir dakika boyunca hiç kıpırdamadan, çevredeki insanların gözlerine hesap sorarcasına bakan o beyaz güvercinin…
Geride kalanlara, “Kardeşime sahip çıkamadınız” der gibi bakan o güvercinin…
Şimdi, onu bir kez daha hatırlayınca, kitaplığın üst rafında bulunan 24 Ocak 2007 tarihli bir gazeteyi alıyorum elime.
Devasa bir kalabalığın doldurduğu Halaskargazi caddesinde, elindeki beyaz güvercini uğurlayan hüzünlü, ama güçlü bir kadınla, acının yorgunluğuyla kasılmış bedenini ayakta tutmakta zorlandığı her halinden belli olan, yaşıtım bir genç kızın fotoğrafı var, devasa kalabalığın “başucu”nda…
Manşette, kocaman harflerle, “ÜLKENDEN AYRILMADIN SEVGİLİM” yazıyor…
Manşetin altında ömrü kaypaklıkla geçip giden zavallı bir “kafatası” görünüyor… Yanında, en az kafatası kadar zavallı satırları okunuyor: “İki günden beri katilin yüzüne, duruşuna bakıp soruyorum: ‘Ben bu adamı bir yerden tanıyorum. Hem de çok iyi tanıyorum.’” diye sürüp giden, aklı sonradan gelen “eşsiz bir ırkın”, “köşe duyarlısı” kişilerinden birinin, en az kendi kadar kaypak satırları…
Ertuğrul Özkök, o fukaranın adı…
Sorduğu sorunun cevabı ise, manşetin sol üst köşesine denk gelen, aynı iki kelimeden oluşan “mübarek” cümlede gizli: “TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR…”
Muhtemelen daha önce okumuşumdur. Muhtemelen ilk okuduğumda da şimdi olduğu gibi iğrenmiş ve küfretmişimdir, “kafatası”nın zavallı varlığına ve pis bir yağ gibi elinden sızan satırlarına… Muhtemelen ilk okuduğumda da, yalnızca ilk sayfadaki 45 kelimelik girizgaha göz gezdirmiş, “23. sayfada” tarifini umursamamışımdır. Ve muhtemelen, devamını bilmesem de o girizgahı yine bugünkü gibi yorumlamışımdır: “Tabii ki tanıyorsun katili aşağılık herif. Hem de çok iyi tanıyorsun…”
* * *
Her biri eksik kalan, istense de tamamlanamayan cümleler, görüntüler, sesler arasında çırpınırken; içimde bir yerin hiçbir zaman dolmayacak kapkaranlık boşluğuna sığınırken çaresiz bir şekilde, geleceğe bu utançtan ne taşıyacağımı soruyorum kendime…
Sonra hatırlıyorum o hikayeyi işte…
Hrant Dink’in anlattığı o buruk hikayeyi…
Bu toprakların lafla değil, kalple sevileceğini anlatan ve dinlediğinizde ya da okuduğunuzda, “Bu topraklarda gözünüz var” diye kapı dışarı etmek için en ucuz “kahramanlıklara” soyunduğunuz o insanların, bu toprakları sizden daha fazla hak ettiğini anlatan hikayeyi…
“Suyun, çatlağını bulduğu” o muazzam hikayeyi:
Bundan 20 yıl kadar önce, tehciri yaşamış ve daha sonra Fransa’ya yerleşmiş Sivaslı bir Ermeni olan Mercan Ana, doğup büyüdüğü memleketi Deliilyas köyüne gelip, burada kalan topraklarını gezip, özlediği havayı doya doya soluyup, yakınlarıyla buluşup, hasret giderirmiş arada bir. Bir gün, “Toprağından yol geçecek” haberi gelince, onca yorgunluğa aldırmadan yeniden düşmüş memleketinin yollarına. Köyüne ayak basar basmaz, hiçbir işle uğraşamadan hayatını kaybetmiş burada. Sanki vedasını, dünyaya gözünü açtığı topraklara özenle saklamış gibi, usulca çekip gitmiş hayattan. Hemen arayıp kızına haber vermişler: “Anneniz sizlere ömür… Gelip alır mısınız, yoksa biz burada mı defnedelim cenazeyi?” Mercan Ana’nın kızının verdiği cevap, daha da titretmiş kalanların içini: “Fazla bekletmeyin” demiş kız, “Gömün toprağına… Su, çatlağını buldu…” O yıllarda, Deliilyas köyünde yalnızca 8 – 10 hane kadar kalan Ermeni ailelerle Türk aileler birleşip, Müslüman adetlerine göre uğurlamışlar Mercan anayı…
Hrant Dink, “Bu topraklarda gözünüz var” diyenlere belki bir şeyler ifade eder diye, gözleri dolu dolu anlattı bu hikayeyi hayatı boyunca, kimbilir kaç defa.
Sonra ekledi: “Bu topraklarda gözünüz var diyorlar ya. Evet, gözümüz var bu ülkenin topraklarında. Ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için…”
19 Ocak 2007’de, bu kez İstanbul’un orta yerinde, Şişli’nin Halaskargazi caddesinde, “su, bir kez daha çatlağını buldu” onun gidişiyle…
Gönülsüz bir vedaydı bu…
O günden beri, bilmediğimiz dilin türkülerini kendi türkülerimizmiş gibi “anlayarak” ağlıyoruz hepimiz…
Biz… yani verdikleri tüm kayıplara rağmen, hiç değilse vicdanlarını henüz yitirmemişlerimiz…
Ağlamak, gülmenin olduğu kadar, anlamanın da kardeşidir…
Ve… ortak açgözlülüğümüzle inşa ettiğimiz Babil’in duvarlarını yıkmak için, dilini bilmemize gerek yok birbirimizin…
Henüz vicdanını kaybetmemiş olanlarla el ele verip, 1915’teki çatlağı da, Hrant’ın gidişiyle açılanı da sulayabiliriz.
Kanayan bizim topraklarımızsa eğer, bu kanı ancak hep birlikte durdurabiliriz…
Biz, birbirimizin yüzünde, birbirimizin yüreğinde gizliyiz çünkü…
Tek bir rengi söküldüğünde bu “Ebru”nun, bizim de varlığımız hiçbir işe yaramıyor çünkü…
Birbirimizde gizliyiz biz…
Ve hep birlikte ortaya çıkmamız gerekiyor şimdi…
Aynı gün, aynı saatte, aynı yerde…
Biz, sayımızın azlığına aldırmadan, o gün orada olacağız el ele…
Tek yazgısı kanamak olan bu coğrafyanın suya hasret çatlakları, tertemiz insanların, tertemiz kanıyla dolmasın diye…
“Evet biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce…”
E M R E D U R S U N
* * *
&
Kronik Muhalif’i kurarken, “Hepiniz Katilsiniz” başlığında özel bir dosya hazırlamıştık. Hasan Cemal’den Ece Temelkuran’a, Baskın Oran’dan Etyen Mahçupyan’a, Ahmet Altan’dan İsmet Berkan’a; “Biz Kimiz?” araştırmasını yayınlayan Milliyet gazetesinden, Türkiye’nin en özgün ve en özgürlükçü gazetelerinden biri olan Agos gazetesine kadar, önüne geleni “faşist” koltuğuna oturtan “Türk Solu” dergisinin, “faşist” ilan ettiği Hrant Dink’in ölümünden sonra yayınladığı sayısında; “Acaba Hrant Dink de ‘davası’ için bazı çetelerle işbirliğine girip, kendisini feda mı etti?” diye bir soru görmüş ve kelimenin tam anlamıyla “iptal” olmuştuk…
Daha önce, “Türk Oğlu, Türk Kızı, Türklüğünü Koru”, “Kürt Sorunu Yok, Kürt İstilası Var”, “Dayan Irak, Dayan Saddam, Ezilen Halklar Yanınızda” gibi çalışmalarından tanıdığımız bu arkadaşların zihniyetini az çok biliyorduk.
Evet, bu zihniyetin, Hrant Dink’in mücadelesini ve fikir yapısını anlamasını beklemiyorduk elbette, o kadar saf değiliz hiçbirimiz. Ama açıkçası, bu kadar alçakça bir cinayetin ardından, sırf o alçakça cinayeti işleyen “ulusalcılar”ı, Emre’nin “uyduruk duyarlılık” diye tanımladığı ‘niteliğe’ sahip olanlar gibi, formalite icabı da olsa “kınayamayacak”; dahası Hrant’ın kendini öldürttüğünü ima edecek kadar beyinlerinin sulanmış olduğunu görünce, kelimenin tam anlamıyla ACIDIK bu zihniyetin sahiplerine.
Yapacak başka bir şeyimiz kalmamıştı çünkü. Normal şartlarda bu insanların içine düştüğü duruma, durumun gerçekten acınası olmasına rağmen, acıdığımız görülmüş değildi. Ama o gün tüm kalbimizle acıdık.
O dosyayı hazırladığımız esnada Ege’nin söylediği bir sözü gün gibi hatırlıyorum. “Derginin adı ‘Türk Solu’ olmasına rağmen adamlar aslında buz gibi ‘faşist’ler, ama kendileri bile bunun farkında değil. Sürekli başkalarına ‘faşist’ diyorlar…” demişti Ege.
O zaman aklıma bir soru geldi. Basit bir soruydu bu. Ama hala cevabını bulabilmiş değilim.
“‘Sağ’ ya da ‘Sol’, hangi ideolojiye mensup olursa olsun ve savundukları ya da ‘toz kondurmadıkları’ katiller kimi öldürmüş olursa olsun, cinayetleri kutsayan bir zihniyet, hangi ‘ırkın asaleti’yle açıklanabilir?”
Biliyorsunuz, Hrant Dink, “Türklüğü aşağılanmak”tan yargılandı.
Hrant Dink öldü, ama dava bitmedi.
Agos gazetesinin şimdiki Genel Yayın Yönetmeni Sarkis Seropyan ve Hrant Dink’in oğlu Arat Dink hala yargılanıyorlar, Hrant Dink’ten kalan “301” davasından.
Ama bence Türkiye’nin aydınlarını yaşarken hedef tahtasına yerleştirenler, sürekli tehdit edenler, bunlarla da yetinmeyip bir gün silahı çekip hiç tereddütsüz öldürenler, sonra cinayetlerini “ırkın asaleti” ile bağdaştırıp “kahramanlaştıklarına” inananlar, herkesten daha fazla aşağılıyorlar “Türklüğü”.
Türklüğü asıl aşağılayanlar, Türklüğü ölümle, nefretle, kanla, kinle özdeşleştirenler.
Keşke çatlaklar kan dolmasa, ama daha milyonlarca “kan bağımlısı” var bu memlekette…
Yarın Arat Dink de babasının yığıldığı caddeye yığılabilir cansız bir şekilde, Allah göstermesin… Ya da Etyen Mahçupyan da bırakabilir ellerimizi istemeye istemeye…
Kanla, düpedüz tatmin olan daha milyonlarca katil adayı dolaşıyor sokaklarda.
Yetmezmiş gibi, daha nicelerini hammaddesinin “Şiddete Övgü” olduğu okullarımızda yetiştiriyoruz kendi ellerimizle…
Bunlara karşı bizim de bir ittifakımız var aslında.
Öyle söyleniyor.
“Sessiz çoğunluk” diyorlar bize…
“Aman oğlum sen karışma” diyen annelerimizin sözünü dinliyoruz genelde. “Ortalık yerde söyleme her aklına geleni” diyen babalarımızın nasihatleri hep aklımızda. “Ayakaltında” da fazla dolaşmıyoruz üstelik. Kendi köşemizdeyiz.
“Sessiz çoğunluk” bugün aynı saatte, aynı yerde olacak yine…
On binler, belki de geçen bir yılın daha da bilgeleştirdiği acılarıyla yüz binler dolduracaklar aynı caddeyi.
“Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı bir kere daha yinelenecek…
Hrant Dink olmanın o kadar kolay olmadığını bilerek; bu ülkede Ermeni olmanın zorluklarını yaşayanlar gerçek hallerini, yaşamayanlar da hissederek haykıracak, “Hrant’ız ve Ermeni’yiz” diye…
Ama hepimiz birer Hrant olsak da bugün, o koca yüreğin artık çarpmayacağını bileceğiz…
Hepimiz birer Hrant olsak da bugün, o insan selinde yine de kendimizi çok yalnız hissedeceğiz.
Çok yalnız ve çok eksik…
Şunu soracağız yanımızda olmayanlara: “Siz burada değilseniz, katillerle birlikte misiniz?”
Yanlış anlaşılmaya müsait ama, çok basit bir soru bu:
Türklüğü cinayetlerle mi özdeşleştiriyorsunuz?
“Türklüğü”, “faili meçhul”lere, kana ve kine mi yakıştıyorsunuz?
Gerçekten bu cinayetlerin “faillerinin meçhul” olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bunu düşünürken aynaya da bakıyor musunuz?
Cevabınızın “Hayır” olduğunu bildiğim için soruyorum: Neden burada değilsiniz?
Biz ise, şu sorunun cevabını, hiç değilse İstanbul sınırları içinde almış olacağız bence:
“Sessiz çoğunluk”tan olan biz, aslında kaç kişiyiz?
Cevabını henüz bilmediğimiz bir sorunun yanıtını ise, İlke’ye bırakacağız:
“Ben içinde binlerce ‘ben’e bölünmüş biz”, ne ederiz, ne oluruz bir araya gelince?
Yani, hepimiz neyiz ve kimiz aslında bu kalabalık yalnızlık içinde?
E R K U T K A Ç A R
* * *
&
“bunu sana nasıl söylerim
hata benim günah benim suç benim”
Bu topraklar, evet…
Evet, bu toprakların insanları…
Hrant Dink’i çok önce tanıyanlar ve öldüğü gün ilk kez karşılaşanlar…
Evet, biz, Babil sürgünleri…
Ama…
Aslına bakacak olursanız, bu “Ebru”nun içinde biz hep vardık. İstesek de istemesek de yaşamıştık birbirimizin fırtınasında, kıyılarımız birbirine değmişti öyle ya da böyle; yançizmelerimiz, görmezlikten gelmelerimiz, kavgalarımız, iç çatışmalarımız, ‘iç’ savaşlarımız, karşılıklı yetersizliklerimiz, müzmin yenilgilerimiz, belirsiz beraberliklerimiz, en sonunda kendimize dönmeye mecbur olmalarımız, daha doğrusu kendimizi kendimizde bulmaya çalışmalarımız, ayrılıklarımız ve suskunluklarımızla uzun, çok uzun bir zamandır dolaşıyorduk birbirimizde… En avare halimizle…
Değişik dilleri konuştuğumuz için kimi zaman tümcelerimiz farklıydı yalnızca, tınılarımız, şivelerimiz, vurgularımız, sözcüklerimiz, cümlelerimiz farklıydı. Kendi dillerimizden dev bir yalnızlık doğurmuştuk kendimize.
Farklıydı yağmurlarımız, aynı gökten düşse de.
Onları ‘farklı’, ‘başka’, ‘değişik’, ‘yabancı’ saymayı uzun uğraşlar sonunda öğrenmiş dedelerimizden aldık bayrağı.
Aynı tarihten geldiğimiz halde, hüzünlerimiz de farklıydı belki de… Yalnızlıklarımızı kendimize, yalnızca kendimize yontuyorduk öyle olunca da ve arada sırada, hiç beklenmedik zamanlarda izine rastlar gibi oluyorduk, kendi yarattığımız yalnızlığın, aynı havayı soluyan kalabalıklardan beslendiğinin.
Bilmem, bu bir yanılsama, çok eski bir aldanma mıydı? Tarihin tekerrürü müydü bu, yoksa bilinçaltının küçük bir numarası mı? Bilmem! Şunu bilirim yalnızca, yaşadıklarımız ve yola çıkış nedenlerimiz ne olursa olsun, parantezlere ya da bizler için bir durak, zaman zaman da bir sığınak olabilecek noktalama işaretlerine (onların herhangi bir ‘dil’i yoktur çünkü) karşın, kolay kolay soluklanamıyorduk birbirimizde; korkularımız ve bizim ‘yabancılık’ haline getirdiğimiz yabancılıklarımız engelimiz, yan yana dururken bile ulaşılmazlığımız oluyordu istesek de istemesek de…
Birbirimizi yormayı bize öğretenlerin, birbirimizde nasıl dinleneceğimizi de öğretmesi gerekiyordu belki de…
Ne yaparsak yapalım, hangi yolları keşfedersek keşfedelim, tuhaf bir nedenden dolayı ‘bir arada’ yürümeyen, tanımlanması güç bir şeyler vardı sanki buralarda… “Bu topraklar”da… Ve çok uzun bir zamandır ‘hepimiz’, nereye, nasıl ulaşacağımızı kestiremediğimiz bu yolda, “kör bir kervan”la ilerliyorduk, daha çok geriye doğru. Vardığımızı sandığımız, tanımlayamadığımız değil de, sanki tanımlamaktan özellikle kaçındığımız bir yerde bir kez daha kendimizle, bir kere daha “tek başına”ydık ‘hepimiz’. Duran yolda geriye doğru ilerleyen biz ve o yolculuğun sonunda vardığımız kendimiz…
Evet, bir başkasına ulaşamayan, ‘farklı olan’a kavuşamayan, ‘öteki’ni kucaklayamayan, ‘değişik renk’e alerjisi olan bir şeyler vardı sanki ‘bu topraklarda’. Uzun zamandan beri… Nedeni anlaşılamayan, kimliği tespit edilemeyen, “faili meçhul” bir şeyler…
Bununla beraber, işin içinde, hemen hemen her zaman olduğu gibi, enikonu “tehlikeli çağrışımlar” vardı nasılsa. ‘Öteki’, ‘tehlike’yi her zaman çağrıştırır, hatta üşenmez çağırır çünkü. Bu “tehlikeli çağrışımlar” içinde de, kimi sorular sizi hiç istemediğiniz halde, ısrarla gizlemek istediğiniz kimi açmazlara doğru kontrol edemediğiniz bir hızla sürükleyebilir…
Öyle oldu bende de…
Erkut soruyor:
“‘Ben içinde binlerce ‘ben’e bölünmüş biz’, ne ederiz, ne oluruz bir araya gelince?
Yani, hepimiz neyiz ve kimiz aslında bu kalabalık yalnızlık içinde?”
Bu soruya cevap vermek için sakıncalı, dolayısıyla da tedirgin edici bir başlangıç söz konusuydu, evet. Bunu hemen sezdim. Dahası, bu soruya cevap vermek için “başa dönmek” gerekir diye düşündüm hemen, ama yola çıkarken ben de tahmin etmedim “en başa” döneceğimi…
Tahmin ettiğimden de geriye döndüm birdenbire, en geriye, en başa, dünyaya atıldığımız yere… Yani, Babil’den bile geriye.
Cevabını gizlemek için gücüm yettiğince uğraşmamı gerektirecek bir soru olduğunu nerden bilebilirdim?
Düştüm şiirin içine:
“ne değişir hayatla karşılaşsan
hemen yanında arkadaşın ölüme gülerek bakıyorsa”
Hemen yanımda ölüme gülerek bakan bir arkadaşım dursa, ne değişir hayatla karşılaşsam?
Asıl soru neydi:
“Yani, hepimiz neyiz ve kimiz aslında bu kalabalık yalnızlık içinde?”
Cevap şiir:
“aslında ne türk’üz, ne kürd’üz, ne ermeni’yiz
öyle bir ‘baba’mız var ki hrant, hepimiz yetimiz!”
Özür dilerim ama, gerçekten kritik bir soruydu… Cevabı kadar olmasa da…
İ L K E M E R C A N
***
&
Yazma, düşünme, söyleme…
Vururlar…
Her seferinde vurdular…
Herkesin tereddütsüz onaylayacağı bir fikrin yoksa sus…
Bırak boğazlansın hayat, paramparça olsun…
Sen karışma, çoluğun çocuğun var…
Bunların acıması yok.
Yürekleri yok, akılları bir kan damlası kadar.
Hrant Dink’in vurulduğu yerden, oluk oluk kan kaybediyoruz hala.
Açıldı yine hiç kapanmayan yara.
‘Yine başladı’ demenin, rezil çaresizliği başladı yine.
Memleketim benim, durmadan il olmaya çalışan kasaba…
Ve işte o kasaba meydanında işlenen bir cinayet daha…
Herkesin gözü önünde yine…
Büyük kalabalığın büyük sessizliğinin tam ortasında yine…
Memleketim, şimdi kalbinin Hrant Dink yanından vurulan gözü yaşlı dev…
Herkesin kendi biz’i var BİZ’in içinde, içimizde…
Bir büyük BİZ’den, uğursuz bir patlamayla dağılmış bir sürü küçük biz…
Biz kimiz? Hangimiz hangi Biz’in içindeyiz?
Biz’in içindeki hangi biz’in parçasıyız?
Peki, kendisi gibi düşünmeyeni incitmek istemeyen Biz, kaç kişiyiz?
Kâğıtlara yazıp, mikrofonlara söylediği ‘gerçekler’ yüzünden, ve sadece iflah olmaz bir vicdan sahibi olduğu için kendi özel gerçeğini berbat etmeyi göze alanlar, size göre BİZDEN midir ONLARDAN mıdır?…
… Program bellidir aslında… Önce teşhir…
Yani bir biçimde ‘haber değeri’ taşıyan kişi üzerinden sorumsuz, akılsız bir sürü manşet…
Genelde ‘tepki gösterenleri’ örtülü ya da örtüsüz haklı bulan (haklı bulmuyorsa bile en azından haksızlığına vurgu yapmayan), o tepkiye ‘sebebiyet veren’ kişiyi zalimlerin masasına servis eden haberler, yayınlar… Ardından tehditler… Sonrası malum…
Sonrası ölüm.
Sonrası acı, sessizlik ve klişeler…
Hrant Dink ölürken bile, kalabalığımızın güvercinlere ilişmeyeceğinden söz ediyordu.
O ölürken bile zalimleri için dua etti.
Gladyatöre öldürme kararını veren gürültülü kalabalığın orasına burasına dağılmış, kaleminden, fikrinden, ekmek derdinden başka sermayesi ve örgütü olmayanlar…
Demokrat, özgürlükçü, barışçı, uzlaşmacı, uzlaştırıcı ya da hangi iyi insan kendine hangi adı takarsa taksın, hiçbir güçbirliğinin şemsiyesi altında olmayan, korunmayan, daha da ötesi korunarak yaşamak istemeyen…
Kendisini düşmanı kadar önemsemeyen…
Düşmanı gibi düşmanlık duygusu taşımayan ‘biz’… Kaç kişiyiz?…
Kahrolası vicdanının risklere soktuğu, silahlı, soğuk ve acımasız katillere karşı korunmasız, dara düştüğünde şiire, kitaba, kızına, oğluna ailesine, sevdiğine sığınan biz… kaç kişiyiz?
Bu karanlık sürecekse ve yakın bir aydınlık umudu yoksa karanlıkta görebilmeyi becermekten başka çare yok…
Bir gün o büyük BİZ, aklın, bilimin, demokrasinin ışığında yeniden birleşene kadar, hepimiz BİZ olana kadar, karanlıkta bakmaktan, görmekten ve söylemekten başka yol yok…
Umutsuzluğa kapılmak için pek çok neden varken bile umuttan başka ilaç yok…
Biz çok kişiyiz aslında…
Zannetiğimizden de çok…
A N İ O R A L
* * *
&
Zaten gece gündüz diken üstünde yaşadığınız, her an “tetikte” olmaya zorla alıştırıldığınız ve ne kadar “tetikte” olsanız da her seferinde hazırlıksız yakalandığınız bu “kısıtlı”, dört tarafı çevrili hikayeyi içinize tam anlamıyla sindirdiğiniz için; yatıştığınızı ya da yatıştırıldığınızı sanırken gelen bir kayıp haberiyle büsbütün dağılıveriyorsunuz. O an hissedebildiğiniz en olumlu duygu, öfke oluyor.
Hrant Dink, Ermeni soykırımının 1.500.001. kurbanı oldu. Benim için bu böyle.
Türkiye’de doğmuş, çocukluğunu ve ilkgençliğini bu ülkenin yetimhanesinde geçirmiş, bu ülkenin okullarından yetişmiş, “Türk” dayatmalarına “Türkiyeli Ermeni’yim” diye diretmiş, bu ülkede bir gazete çıkarmış ve düşüncelerini bu ülkenin insanlarıyla paylaşmış bir adam, güpegündüz, şehrin en işlek caddelerinden birinde boynundan saplanan kurşunlarla yere seriliyor ve siz öfke dışında olumlu bir duygu arıyorsunuz, ruh halinizi modernize etmek için…
Mümkün mü bu?
İçinizde o kocaman öfkeyle kalakalıyorsunuz. Üzerinden ne kadar zaman geçse de, tüm gücünüzle çabalasanız da söküp atamıyorsunuz o öfkeyi içinizden. Öfkenin ise, sizin komutunuzu beklemeden kendi yolunu açıp, ruhunuzu terk edebileceği herhangi bir güzergah yok ne yazık ki. Kilitlisiniz birbirinizde. Öfke de, evladınız artık sizin. İsteseniz de kopamıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, bundan sonra o öfkeyi bir an bile yanınızdan ayırırsanız, asıl o zaman yenileceksiniz tepenize üşüşmüş halde bekleyenlere. Onlar, yitirdiklerinizin gidişiyle içinize yerleşen öfkeyi unuttuğunuzda kazanacaklar. Bu yüzden yapamazsınız bunu. Her gün, bir parmak daha tuz çalarsınız sizi ayakta tutan öfkenize.
Dışarıda ise bitmeyen bir gürültü vardır hep böyle zamanlarda. Kurşun isabet ettiğinde başlayan ve herhangi bir zaman dilimiyle tarif edemeyeceğiniz kadar kısa süren bir sessizlik ve ardından hep ama hep gürültü vardır dışarıda. Gürültünün de renkleri vardır kendine göre. Bazıları uyuyor genlerinize, bazıları tümüyle yabancı.
Bu memlekette gürültünün sınırı yok.
“Kanla, düpedüz tatmin olanlar”ın yanında bir de, gürültüden feyz alanlar var bu ülkede. Savunduklarına göre, ses ne kadar yüksek çıkarsa, o kadar gurur duyulacak bir hale geliyor gürültüleri. Ne kadar gürültü, o kadar haklılık, onlara göre.
Bu memlekette adaletsizliğin, münasebetsizliğin ve ayıbın sınırı yok.
Bir saniye önce yaşayan o koskoca adam cansız halde yere serilmiş yatıyor, ekranlarda “AB yolunda Türkiye” konuşuluyor ve “Ermenistan’ın eli güçlendi”, “Artık Ermeni tasarıları engellenemez”, “Sarkozy’nin istediği oldu”, “Fransa’ya ilham verecek bir cinayet” türünden yorumlar yapılıyor bu programlarda. Öldürülenin bir insan, hem de çok değerli bir insan olduğu; her şeyden önce iki çocuğu olan bir aile babası olduğu, daha öldürüldüğü an unutuluyor ve “Türkiye’nin yolları” konuşulmaya başlıyor Hrant’ın sıcak bedeni soğumadan.
Nazım Hikmet görse şu çağı “En fazla bir an sürer, yirmibirinci asırda ölüm acısı” diye değiştirirdi dizesini herhalde.
Ben ise “Yazık” diyebiliyorum sadece.
Ne utanmaz bir ülke burası!
Ne vicdansız, ne merhametsiz bir ülke… Faillerinden utanmıyorsa, hiç değilse maktullerinden utanırdı merhametli bir ülke.
Ne biçim bir ülke burası, utanmıyor ölülerinden de…
Ne yalancı, ne riyakar bir ülke burası.
Herkes kendini bir yalana inandırmış. En gözde olanı da, “hoşgörülü” olanı… Söylediklerine göre, “Ne olursa olsun, çok hoşgörülü bir ülke”ymiş burası. Bir de, “Kurşun Hrant’a değil, Türkiye’ye sıkılmış” aslında. Bak sen. Boyundan büyük laflar ederken ne kadar saçmaladığını idrak edemeyecek hale geliyor insanlar herhalde.
O “hoşgörülü” ülkenin İstanbul diye bilinen metropolünde, Hrant’ın cansız bedeninin yere serildiği caddeye taş çatlasa 300-350 metre mesafede bulunan Süleyman Nazif Efendi sokakta, bir Ermeni okulu var. Havanın buz gibi olduğu ve hala lapa lapa kar yağdığı bir kış günü o sokaktan geçerken öğrencilerin beden eğitimi derslerine rast gelmiştik annemle. “Komutan” kılıklı “öğretmen”leri bir marş söyletiyordu çocuklara: “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal paşa / Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa…”
Böylesine utanmaz bir ülkenin “hoşgörü”den anladığı da bu kadar işte.
Hrant Dink 1.500.001. kurbanıydı soykırımın.
Acı da bıraktı, ama en çok öfke kaldı bize onun ölümüyle. Bu öfke bizi ayakta tutuyor bugün. Şimdiye dek kindarlığa meyletmedik, bugünse ihtiyacımız var direncimizi arttıran bu kine.
Yenilmedik çünkü. Yenilmemek için de sıkı sıkıya sarılmamız gerekiyor bu öfkeye.
“Burası bizim ülkemiz” değil mi?
Doğru, bizim ülkemiz burası ama…
Ne utanmaz bir ülke burası be Hrant. Senden bile utanmadılar, utanmıyorlar.
Ve utanmayacaklar da galiba.
A R M A N Ç U R
* * *
&
Tam bir yıl önceydi; Agos’un balkonunda, siyah giysilerinin üzerine beyaz şallar atmış acılı insanların yüzlerine bakarken, kirpiklerimizden akıp duruyordu yüzyılların biriktirdiği keder.
Sarı gelin ezgisi, gözlerimizdeki isyanı toplayıp, döne döne üzerimizde uçan kuşların kanatlarına tutunarak gökyüzüne yükseliyordu.
Gündüzleri aynı güneşin, geceleri aynı yıldızların ışığında yaşayan bizler; kendini bildi bileli savaşlarımızla, nefretlerimizle, gövdesine çizdiğimiz yapay sınırlarımızla yıprattığımız yeryüzünde, Hrant’ın vurulduğu yerde devinimsiz bekliyorduk.
Acıdan ibaret varlığıyla Rakel Dink, “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim ” diyordu, Ararat Dağı’nın kır çiçeklerini ellerimize tutuşturan insan sesiyle.
Tam bir yıl önceydi; sessizce yürüdü on binlerce insandan oluşan dev gövde, on binlerce ayak sesi yankılandı bulvarlarda.
Yolların iki yanına sıralanmış, binaların pencerelerine dizilmiş, köprülerin üzerlerine birikmiş insanların hüznünü taşıyan İstanbul bizimle birlikte yürüdü.
Ayak seslerimizin gürültüsüyle, alkışlayan ellerimizin rüzgarıyla savruldu sessizlik.
Gökyüzünün hepimize yetecek kadar geniş, yeryüzünün hepimizi doyuracak kadar bereketli olduğunu bilerek yürüdük o gün.
Analarımızın dillerinin yasaklanamayacak kadar güzel, insan canının kıyılamayacak kadar kıymetli olduğunu düşünerek yürüdük.
Halkların birbirine düşmanlığından söz eden tarih kitaplarını zihnimizde yırtarak yürüdük.
Çocukların adlarını değiştirmeyecekleri bir dünyayı düşleyerek yürüdük.
Ayrımcılığı en çok, ayrımcılık yapılan insanın yüreğinde duyacağını ezber ederek yürüdük.
Ayak seslerimizin gürültüsüne, ellerimizin büyüklüğüne şaşarak yürüdük.
Hrant’ı bizden ayıran üç kurşunun zulmünü kendi etimizde hissederek yürüdük.
Üstümüzde döne döne uçan kuşların kanat seslerini omuz başlarımızda duyarak yürüdük.
Bizimle aynı topraklarda yaşayan farklı etnik kökenden insanların, hayatın dokusunda değil, üzerine işlenmiş bir nakış gibi yaşadığını görerek yürüdük.
Düşüncelerinden ötürü öldürülen, kökeninden ötürü itilen, dilinden ötürü susturulan insanları yad ederek yürüdük.
Sözcüklere dökülemeyen, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını haberleyen o değişimi sezerek, kum saatinden akan taneler gibi, bulvarlardan, caddelerden akarak yürüdük.
Koca bir yıl geçti aradan.
Ben, insan kimliğimi bütün kimliklerimin önüne koyarak yine aynı yerde Hrant Dink’i anmak istiyorum.
Çünkü insanların düşüncelerinden dolayı öldürülmelerine razı değilim ve onların yokluğuna alışmak istemiyorum.
Çünkü Hrant Dink’in ve faili meçhul kalan bütün ölümlerin adalet duygumu yok etmesine razı değilim ve insanın yaşam hakkını elinden alan karanlığın dağılmasını istiyorum.
Çünkü çocukların anasız babasız kalmasına razı değilim ve “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşanacak bir dünya özlüyorum.
C E R E N E R U L Ö Z E N
* * *
&
“Memleketim” dediği Türkiye’den ışıklı gönüller bu kez O’nun için bir bir toplanıyor Agos’un önüne. Bazıları, “sora sora” bulmuşlar gazetenin yerini. Bazıları “geçerken uğruyor” kalabalığa. Televizyon karşısında kalabalığı izleyen bazıları faşist zehirlerini dökerek küfür ediyor oradaki insanlara. Bazıları ise en güzel barışçıl duygularıyla onlara “uzaklardan” eşlik ediyorlar.
Kalabalığın, aslında o cinayetle neyi kaybettiğini de elinde pankart taşıyan biri gösteriyor. O anda, o pankartta yazan, aslında oraya giden ve onlara kilometrelerce uzaktan destek verenlerin de “ortak dil”i oluyor kaybedilenin ardından:
“SEVGİLİ KARDEŞİM”.
Kaybedilenin ardından, kaybedilenin değerini bilmenin üzüntüsüyle ağlıyor insanlar. Herkes, ama herkes ağlıyor o gün. Hrant’ın boynuna saplanan kurşunla insanlar o günlerde nelerini kaybettiyse ona da ağlıyorlar aynı zamanda. Herkes kendi yitirdiklerine akıtamadığı gözyaşlarını, Hrant’ı kaybetmenin de acısıyla salıyor boşluğa.
Ve güneş, karanlık gecenin üzerine Hrant için, Hrant’la ağlayanların yardımıyla da aydınlığı salıyor. Günler geçiyor ve yine Türkiye “Barış” için yollara dökülüyor, güvercinin arkasından. Ne kadar şey söylense de, ne kadar şey anlatılsa da anlatılamaz o kalabalığın neler söylediği kelimelerle. O anda binlerce insan yan yana yürürken, hepsinin kalbi aynı ritimle tek bir kalp olarak atıyor aslında. “Barış, barış, barış” diye…
Birbirinden farklı o yüzlerin kendi içinde sakladığı öyküler için sayfalarca şey yazılabilir aslında. Bir güvercinin ardından bakan, aynı acıya sabitlenmiş farklı renkteki gözler için sayfalarca yazılabilir. Barış için yürüyen bu insanlar, bu yolda cesurca ve bir güvercin gibi özgürce onlara ışık olan “sevgili kardeşlerini” uğurlarken, bir el kalabalığı yarıp onun tabutuna dokunuyor yaşlı gözlerle. “Gitme!” diyor belki, belki de “Beni de götür” diye sesleniyor çaresizce. Ya da “Her nerede olursan ol seninleyiz” diyor bağırarak, Hrant onun bu “söz”ünü duysun diye. İnsanlar geç de olsa SÖZ veriyorlar çünkü ona. “Biz buradayız” diyorlar hep bir ağızdan, “Sen yerinde rahat uyu…”
O tabuta çaresizce uzanan yorgun el Hrant’a yalvarırken, tabutun siyah parlak yüzeyine yansıyan yüzlerce yüz de ortak oluyorlar bu hüzne. O tabutun yüzeyine yansıyan insan yüzleri, yenilmediğimizi söylüyor aslında. Daha ne kadar vurulursak vurulalım, bu yolda canını vermekten erinmeyecek daha nice insan olduğunu söylüyor. Henüz bitmediğini söylüyorlar hep birlikte. Çünkü onlar gerçekten barış istiyor.
Bir yıl önce böyle oldu Hrant gittiğinde. Alkışlarla uğurlandı son yolculuğuna. “Sevdiklerinden ayrıldı” ama, “ülkesinden ayrılmadı” giderken…
Sesi de sonlandırılamadı üstelik, hatta sesine ses verenlerle birlikte daha da gürleşti sesi.
Çünkü kalabalık ona dedi ki:
DİLİNE KEMENT VURSA DA KURŞUNUN ZEHRİ
SENİN SESİN SONSUZDUR KARDEŞİM…
D E F N E E R B A Ş
* * *
&
Sonunun ölümle sonuçlanmayacağı sayısız seçenek vardı önünde. Girdiğinden farklı bir yola girmiş olsa, bugün nicelerinden daha gösterişli, daha refah içinde bir yaşam sürdürebilirdi.
Bir yıl önce canına tak edip de belki de ilk kez ‘gideceğini’ söyleyince, yakın dostları “Nereye gidiyorsun?” dediler, “Burası hepimizin ülkesi. Senin de ülken…”
19 Ocak’ta ‘gittiğinde’, en çok onu “durduran” dostlarının canı yandı herhalde, ailesiyle birlikte.
Onu “durdurdukları” için hayıflandılar.
Oysa kimse “durdurmamıştı” onu.
Kendisi seçti burada kalmayı…
İstese gidebilirdi aslında…
Ama istese de gidemezdi aynı zamanda.
“Nereye gideceğim?” diye soruyordu bir yazısında: “Avrupa’ya mı yerleşeceğim? Ben seyahat için gittiğimde bile üç günden fazla duramam ki başka memlekette. Kendi vatanımı özlerim hemen…”
“Kendi vatanı”, Türkiye’ydi…
İstese Türkiye’den tası tarağı toplayıp Ermeni lobisinin Türkiye aleyhtarı kampanyalarına destek verir, kendisini Türkiye’nin azınlıklara karşı işlediği zulümlerin başlıca kurbanlarından biri olarak gösterir, tüm dünyaca da tanındığı için her ülkeden, her zümreden müthiş bir destek görebilirdi. Ona rahat bir nefesi çok gören Türkiye’den, herkesin kendisine “hak” göreceği böyle bir yöntemle “intikam almak”, sürekli sorgulanmış, takip edilmiş, çomaklanmış, teşhir edilmiş, hedef gösterilmiş, “hesap vermesi” istenmiş, “susması rica edilmiş”, “akıllı olması” telkin edilmiş, cezalara çarptırılmış, köşeye kıstırılmış, tehdit edilmiş, sözlü ve fiili saldırılara uğramış bir insanın “beklenen” tepkisi olarak değerlendirilir, el üstünde tutularak hayatını idame ettirebilirdi…
Olmadı mı; o halde Türkiye’de yaşayan, yalnızca Ermenilerin değil, tüm “azınlıkların”, “ikinci sınıf” değil “hiçinci sınıf” muamelesi görmesine gözlerini kapayıp, haksızlıkları, adaletsizlikleri, dışlanmaları, fişlenmeleri içine sindirip, hiç sesini çıkarmadan, kendileri söyleyemeseler de onun söylemesini dört gözle bekleyen insanların umudunun yitmesi, azınlıkların iyice hiçleşmesi, yok oluşu ve Türkiye’nin bir kere daha demokratikleşememesine şahit olabilirdi, kendisine umut bağlayan “sessiz çoğunluk”la birlikte…
Ondan hep bu iki yoldan birisini seçmesini bekledi “egemen”ler. Eğer bunlardan birini yapmış olsaydı, ellerini ovuşturacaklardı keyifle…
İkisini de yapmadı ve baş koyduğu yoldan dönmedi…
Çekip gitmedi ve ömrünü adadığı davada bir an bile sinmedi…
Susmadı ve herkesin bildiği, ama kimsenin kabullenmediği gerçekleri hayatı pahasına söyledi…
Kaldı Hrant, sonuna kadar sürdürdü mücadelesini ve her daim direndi…
Tüm hayatı boyunca olduğu gibi, yine en zor olanı seçti…
“Böyle olmaz” dedi ve Türkiye’nin demokratikleşmesine giden yolu seçti koşaradım yürümek için…
Bu ülkede yaşayan bir Ermeni olarak, gayet doğal bir şekilde Ermeni meselesiyle yakından ilgilendi…
Bu mesele üzerine yaptığı çalışmalar, her iki tarafın “hassasiyetlerini” fena halde zedeledi…
Vazgeçmedi…
Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi, ama yalamadı tükürdüğünü…
Sözünden dönmedi…
Kendileri söyleyemeseler bile, onun kendileri adına söylemesini isteyenlerin bağladığı umutları hiç etmedi…
Hem Ermeni, hem Türk milliyetçiliğine; ırkçılığın her çeşidine karşı çıktığı gibi diş biledi…
Nefret ve bilgisizliği kazımak istedi iki ülkenin içinden de…
Bir çok şeyi başardı…
Başaramadıkları onun değil, her türlü barışı baştan reddeden “egemen”lerin beceriksizliğiydi…
Ona rağmen tam ortada durdu ve terinin son damlasına kadar direndi…
Terinin son damlası, kanının son damlasına ilişti…
Bizim gibiler, “Keşke gitseydi” dediler onun ardından…
Ama o, “bizim gibiler”den değildi…
“Hu” ve “yerant” kelimelerinden geliyordu adı.
“Hu”, ATEŞ demekti…
“Yerant”, CANLILIK ve ATAKLIK…
Kendisine sorulduğunda, “Anadolu’dan gelen bir tamlama” diye tarif ediyordu ismini…
İsmi, Anadolu’dan geliyordu kendisi gibi…
İstese gidebilirdi Hrant…
İstese, nicelerinden daha gösterişli, daha refah içinde bir hayat yaşayabilirdi…
Bizim gibiler, “Keşke gitseydi” diyorlar hala…
O ise geldiği yere gitti…
Anadolu’nun bağrına…
“Bizim gibiler”e bakıp, “İstediğim yerdeyim, meraklanmayın” diyor muzırca…
“Hrant, Ateş’e düştü!” diyor kimileri…
“Korkmayın” diyorum onlara… “Hrant bilir Ateş’i… O zaten, Ateş’in ta kendisi…”
E R İ N D Ü L G E R Y A N
* * *
&
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir numaralı vatandaşı Hrant Dink, bir yıl önce bugün öldürüldü.
Ne demek, ‘Bir numaralı’?: Bu deyimi, Amerikalıların ‘Bir numaralı halk düşmanı’ (Public enemy number one) deyiminden ödünç alıyorum: Büyük suçlar işlemiş ve daha da işlemesi beklenen, bir türlü de yakalanamayan caniler için kullanırlar Amerikalılar bu deyimi genellikle de, ‘görüldüğü anda vurulma’ emri çıkarılır onlar için.
Ben, aynı bakış açısıyla, deyimi, tersi anlamda kullanacağım:
Türkiye Cumhuriyeti’nin adları Kemal, Mehmet ya da Fatih olan vatandaşları, bu edinimi doğal ve kendiliğinden bir kimlik, nam, san olarak taşırlar. Onların TC vatandaşı olmaları tartışmasız, kuşkusuz ve sıradandır.
Öte yandan, adları Kirkor, Yorgo ya da Moiz olan TC vatandaşları, o kimliklerini biraz ürkekçe, biraz gizleyerek, çok fazla gürültü-patırtı çıkarmamaya dikkat ederek taşırlar.
Oysa Hrant adlı ve Dink soyadlı bu TC vatandaşı, bu namı, bu sanı, göğsünü gere gere ve onu, ona ‘doğallıkla, kendiliğinden’ sahip çıkma iddiasındakilerin yüzlerine vura vura, inatla taşıdı.
‘Köken’ olarak ‘ne’ olduğu açıktı; ama o, “Burası benim vatanım, ben buranın vatandaşıyım” dedi, inatla.
Bu inadından ve kendilerinin yerine onun ‘bir numaralı vatandaş’ olmasını çekemeyenlerin hasetinden dolayı, öldürüldü.
Ama, öldürülmesi, ne onu ‘bir numaralı vatandaş’ olmaktan çıkarabildi, ne de, öteki, ‘bir numaralı vatandaş’ olma çabasındakilerin amaçlarını gerçekleştirebildi.
Hrant Dink, ‘bir numaralı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı’, rahat uyu, vatanının toprağında…
G A M Z E K A B İ L
* * *