24 Nisan ve Anlatılamayanı Anlatma Çabası

[ A+ ] /[ A- ]

Rober KOPTAŞ
Agos Gazetesi

Soykırım Ermenilerin yaşadığı en büyük trajedisiyse eğer, yaşananları yüz yıl sonra hâlâ ve hâlâ bütün dünyaya anlatmaya, yeniden ve yeniden onay almaya çalışmak, yüz yıl sonra hâlâ başkalarından tasdik görme zorunluluğu hissetmek de, büyük bir dramdır.

Eğer soykırım insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçsa, onun şu ya da bu şekilde inkârı da, ilkinin devamı olan bir başka büyük suçtur.

Ermeniler onyıllardır neler yaşadıklarını, anne babalarının nasıl katledildiğini, yerlerinden yurtlarından nasıl sökülüp atıldığını, minik bebelerin ölmemeleri için nasıl ağaç kovuklarına bırakıldığını anlatıyorlar dünyaya. Tarihsel olarak bütün dünyanın bildiğini, cümle âlemin kabul ettiğini, yine ve yeniden, zamana ve mekâna göre değişen şekillerde, farklı dillerde, farklı söylemlerle tekrarlıyorlar. Çünkü karşılarında sinsi, inatçı bir inkâr mekanizması var.

Türkiye’nin resmi inkâr endüstrisi, 1915’te bir soykırım yaşanmadığını; Osmanlı Devleti’nin Ermenilerin zararlı faaliyetleri karşısında tedbir aldığını; çünkü onların savaş sırasında, tebaası oldukları devlete ihanet ettiğini; tehcir yolculuğu sırasında kafilelerde yer alanların konforu için her türlü tedbirin alındığını anlattıkça; velhasıl, güçlü olan, tarihi dilediği gibi yazdıkça, Ermenilerin yaraları yeniden kanıyor, acıları derinleşiyor.

Bu acıların görmezden gelinmesi, yok sayılması, küçümsenmesi, sayıya vurulması, politikaya alet edilmesi, tarihten silinmeye çalışılması, inkâr edilmesi karşısındaki duygusal patlama, ifadesini, kaybedilen yurdun, kaybedilen canların ardından yakılan ağıtlarla buluyor; yok edenin, yok sayanın, hor görenin yüzüne, öfke dolu sloganlarla çarpıyor.

İnkârı savunanlar, işte böylece, Ermenileri çığlıklara ve sloganlara indirgeyerek, insanlığa karşı işlenmiş suça ortak oluyor.

Failin ‘gerçeği’

1915’te olup biteni anlatma çabasını yaşananların anlatılamazlığıyla yan yana koyduğunuzda, bunun nasıl bir daimi işkence olduğu çok daha açık bir şekilde çıkıyor ortaya.

İtalyan düşünür Giorgio Agamben, ‘Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar’ adlı çalışmasında, yaşanan dehşetin idrak edilemezliğini, kavranamazlığını, anlatılamazlığını ‘anlatmak’ için, Holokost’un bir ‘tanığı’ olan Zelman Lewantal’ın ifadelerine başvuruyor: “Tarihsel bir perspektiften, örneğin imhanın son aşamasının nasıl yerine getirildiğini en ince ayrıntısına kadar biliyoruz; toplama kampındaki tutsakların, kendi içinden oluşturulmuş olan (ve Sonderkommando diye bilinen) bir tim tarafından gaz odalarına götürüldüğünü, sonra yakılanların cesetlerinin çıkarılıp yıkandığını, saçlarının kesilip altın dişlerinin söküldüğünü ve en sonunda krematoryuma atıldığını biliyoruz; ama gerçekten anlamaya çalıştığımızda, bunların hiçbiri tek başına yeterli olmayacaktır. Bu ikilem ve rahatsızlık, kendisi de bir Sonderkomando üyesi olan Zelman Lewantal’ınki kadar yalın bir ifadeyle hiç kimse tarafından dile getirilmemiştir belki de. Lewental, Auschwitz’in kurtarılışından on yedi yıl sonra gün ışığına çıkan tanıklığını, III. Krematoryumun altına gömdüğü birkaç sayfa kâğıda gizlemişti. Yidişçe “Nasıl ki orada olanlar hiçbir insan tarafından tahayyül edilemezse” diye, yazar Lewental, “bizim başımızdan neler geçtiğini herhangi birinin tam olarak ifade edebilmesi de düşünülemez… Tarihçilere pek iş bırakmayacak bir avuç silik insanız biz.” (Çeviren: Ali İhsan Başgül, Dipnot Yayınları)

Kurbanın bu anlatılamaz gerçekliğinin yanına, failin kendi gerçeğini ve onun söylemini, dilini, laf salatasını, kavram kargaşasını koyduğunuzda, bu ikisinin birbiriyle örtüşmesinin ne kadar imkânsız olduğu daha açık bir şekilde çıkar ortaya. Yaşananları anlatma çabasının nafileliğinin karşısına, bir kalemde bütün ‘iddia’ları reddetmenin kolaylığını koyun, dramın nerede olduğunu anlarsınız. Yaşanan ve onun reddiyesi iki ‘taraf’ olarak görülmeye başladığı anda, mağdur sonsuza dek mağdur olarak kalmaya, salt bir tanık olarak kalmaya mahkûm edilir. Ermeniler de çığlığa ve slogana işte böyle indirgenir.

Bu nedenle, Ermenilerin ruhlarının özgür kalması, ancak ve ancak tanık ve mağdur olmaktan kurtulmalarıyla mümkün olacak. Bunun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun yanıtı da, Türklerin inkâr yolundan ayrılıp idrakin yoluna girip girmeyeceğinde yatıyor. Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini gerçekten isteyenler, omuzlarında her şeyden çok bu sorumluluğu taşıyor.