“İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni, 12 Eylül 1980 darbesinin zorunlu ikamet ettirmesi sonrasında bitirdim” diyen Nevzat Onaran, bir süre muhasebecilik yaptıktan sonra ekonomi muhabiri olarak Özgür Gündem ve Evrensel dâhil birçok gazete ve dergide çalışır. “Israrlı okuma-araştırma gayretim, saygıyla anıyorum Hrant Dink’le, Yusuf Halaçoğlu kitabı vesilesiyle tanışmamın ve köyüm Malatya-Hasançelebi’de sözlü tarih çalışması yapmamın etkisiyle Türk milliyetçiliğin ekonomi politiğinde yoğunlaştım” ifadelerini kullanan Onaran, bu çabasıyla 1915-1940 dönemini analiz eden dört kitap kaleme alır.
Şu günlerde Kor Kitap’tan çıkan son kitabı ‘Devletin Dâhili Harbi’, bahse konu olan dönemi farklı bölgeler üzerinden kırım ve katliam ekseninde ele alıyor. Bir önceki çalışması ‘Türk Nüfus Mühendisliği’yle bu çalışması arasında ilişkiler olduğunu söyleyen Onaran, “Analizimi Türk milliyetçiliğinin iki unsuruyla temellendiriyorum. Bu, milletten Türk ve dinen Sünni İslam’dır. ‘Türk Nüfus Mühendisliği’, Türk-Sünni İslam’dan gayrısının tasfiyesinin/imhasının ve asimilasyonun mühendislik faaliyetidir” diyor ve ekliyor: ‘Devletin Dâhili Harbi’’yse, mühendislik faaliyetinin en kanlı icrasıdır.
Öncelikle şuradan başlayalım. Kitap ziyadesiyle kapsamlı bir çalışma… Ne kadar sürdü hazırlığı?
Yayınevine 2020 Mart’ında verdim. Kor Kitap’a teşekkür ederim. Hayli sıkıntılı süreç oldu, Covid-19 vesaire. Bu tarihten yani 2020 Mart’tan geriye birden fazla yılı var. 2017 Eylül’de basılan üçüncü kitabımı çalışırken de notlarımı toplamaya başlamıştım.
Çalışmanızda, 20’lerle birlikte başlayan toplu imha süreçlerini ve egemen ulus ve mezhebin dışında kalıp yok edilenleri (1940’a kadar) ele alıyorsunuz. Dersim Tertelesi’ne uzanan sürecin bir devlet politikasının sonucu olduğu düşüncesine ulaşıyorsunuz. Pontos’ta Rumlara, Trakya’da Yahudilere yapılanlarla Dersim’de Kürt/Zaza Alevilere yapılanlar arasında ulusal ve dini bağlamda nasıl bir denklik var?
Pontos öncesinde Koçgiri ve Dersim öncesinde de Sasun vardır. Trakya hariç bunların dördünde Türk devletinin icraatının niteliği aynıdır. Türk millî devletinin nazarında, milletten Türk ve dinen Sünni İslam olmayan risk unsurudur. Resmen risk olarak görülene yönelik devlet icraatını araştırdım. Genelinde Rumlar açısından şunu da hatırlatırım ki, 1920-1922 dönemi aynı zamanda Anadolu’nun Rumlardan arındırıldığı yıllardır.
Trakya’da Yahudi temizliğinde şiddet, diğer sahalardaki kadar icranın temel öğesi olmamıştır. Sonuç itibariyle amaç hasıl olmuş Yahudiler kovalanmış ve Trakya’daki Türkleştirme faaliyeti amacına ulaşmıştır. Trakya’da Yahudiler öncesinde Bulgarlar, Rumlar ve Ermeniler temizlenmişti. Irki temizlikte öncelik Anadolu’ydu, Trakya ikinci ve sonrasındaki hedef İstanbul’du. 6-7 Eylül ve 1964’te İstanbul’dan Rumların kovalanması bu kapsamdaki icraattır.
1934’ün ilk aylarında Trakya’da İkinci Umumi Müfettişlik kuruldu ve müfettiş atanan İbrahim Tali Öngören bir rapor hazırladı. Rapor, Trakya eylem planıydı. Mesele olarak görülen Yahudiler, Haziran-Temmuz’daki saldırılar sonrasında can ve mal güvenliğinin olmadığını gördü-yaşadı ve kaçtı, arkası da geldi. Böylece Trakya, son kalan ‘öteki’ Yahudilerden tamamen temizlenmiş ve amaç hasıl olmuştur.
Pontos Rumları, Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın çeteci birliğinin Koçgiri imha harekâtı sonrasında Haziran 1921’den itibaren hedefti. Dönemsel olarak Şeyh Said Hareketi, Ağrı vesaire alanına girmedim, bunlarla ilgili belli çalışmalar vardır. Sasun’da ve 1938 Dersim’de neler olduğunu görünür kılmaya gayret ettim. Dersim’deki ahalinin Alevi-Kızılbaş olduğundan kuşku yok, ama milletten kimliği tartışmasına girmemek için Kürt/Zaza tanımlamasını tercih ettim. Dersim, Koçgiri ve Pontos’taki harekâtları ve hazırlanış safahatını dikkate aldığımda gördüğüm, ahalinin milletten ve dinen Türk milliyetçiliğinin ‘öteki’sidir. Sasun ahalisi de Kürt ve kırda biraz kalan Ermenilerdir. 1930’larda alınan hükümet kararından öğreniyoruz ki, Ermenilerin kırda malı-mülkü olsa da olmasa da yaşaması yasaklanmıştır.
Tarih, egemenler tarafından yapılan her toplu kıyımın bir de ekonomik yönü olduğunu doğrulayan hadiselerle dolu… Siz 20’ sonrası egemenlerin bu konudaki “çabasını” nasıl yorumlarsınız?
İttihatçılardan Kemalistlere hem zihniyet hem de kadro devamlılığı vardır. 1910’larda İttihat ve Terakki, Türk millî devletinin temelini attı ve 1920’lerde Kemalistler inşayı tamamladı. 1910’lar öncesi 1895’lerde Abdülhamid’in dinen Sünni İslam Kürt aşiretlerinden oluşturduğu 64-65 Hamidiye Alayıyla Ermeni imhasını da dikkate almalıyız. Dönemin yedeklenen Kürtlerin, Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferinden itibaren hedeflendiğini de hatırlatmak isterim.
Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği, milletten Türk ve dinen Sünni İslam olamayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir. Hedef, mülkiyetin ve ekonominin Türkleştirilmesidir. Hiç kuşkusuz, bütün siyasal faaliyet, bu amaca ulaşmanın aracıdır. Çünkü demografik yapıda kalıcı tasfiye ancak mala-mülke el koymakla mümkündür. Egemenin her siyasi faaliyetin sonucunda mülksüzleştirilenler ve mülkleştirilenler vardır. Bu, 1910’lardan bugüne Türk egemenlerin temel düsturudur. Böylesi icranın en kanlısını Hıristiyanlar yaşadı. 1914-1923’te Anadolu Hıristiyanlardan temizlendi. İttihatçı hükümetin 1914 nüfus sayımına göre bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde Hıristiyanların yüzde 20’ye yaklaşan nüfus payı, öylesine mühendislik faaliyetine tabi tutulmuştur ki bugün binde 1 bile değildir. Ermeni ve Rum milletleri canıyla ve malıyla tasfiye edilmiştir. İşte yüzde 99,9 İslam’a böyle varılmıştır. Bu süreçte, Sünni İslam’ın rolü Türk egemenleri açısından yaşamsaldır.
‘Hala Ermeni soykırımı analizine kuşkuyla yaklaşmak, Türk milliyetçiliği göletinde boğulmaktır’
Toplu katliam ve kıyımları (özellikle Dersim Tertelesi bahsinde) çok kere soykırım nitelemesi üzerinden yorumluyorsunuz. Ermeni Soykırımı’nın yıldönümünde de soykırım tanımlaması –sol içinde bile- hala tartışılıyor. Bu tanımlamanın kıstasları nelerdir? Siz bu tanımlamayı neyin üzerinden yapıyorsunuz?
Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim’de devlet icraatını bütünlüklü değerlendirdim. Dersim özelini sordunuz. Yereldeki tanımlama tertele yani kırım. ‘Ağıtlarla Tertele’ isimli kapsamlı özel çalışmayı yaptıran Hasan Saltık’ı saygıyla anıyorum. Fotoğraf ve döküman arşivini kullanmama izin verdi, basılmış çalışmamı maalesef kendisine veremedim, kaybettik. Dersim, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hedeftedir. Aynı zamanda Dersim’in vilayât-ı sitte olarak sayılan altı vilayetle coğrafi bütünlüğünün olmasını da dikkate almalıyız. Nitekim 1921’de Koçgiri’de ve 1930’lu yıllarda Dersim’de ahalinin “bizi Ermeniler gibi sürecekler” ruh hali devletin raporlarında yer aldı. Sonunda korktukları başına geldi, imha edildiler.
Dersim’le ilgili 18’i Osmanlı’da, 15’i Cumhuriyet’te olmak üzere 33 rapor ve değerlendirme notunda sıralanan nedenler eşkıyalık, sağa-sola saldırı-yağmalama, vergi vermeme, askere gitmeme, Dersim’in kimliği Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaş olması vesairedir. O yıllarda vergi vermemek ve askerlikten kaçmak salt Dersim’in sorunu değil ki, tüm vilayetlerin ortak derdiydi. Dersim’den başka nerede, vergiyi vermemek öldürmek nedenidir? Hatta Dersim’deki icranın başındaki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bile 1936’daki Umumi Müfettişlerin toplantısında iki çocuğunun kaydının olmadığını söyledi. Dersimli çocuğunu nüfusa kaydettirmezse suçluysa, bakan niye suçlu olmuyor? Vergi vermemek, askere gitmemek, nüfusu kaydettirmemek, yağmalamak vesaire bireysel suç, ama genellemeyle tüm Dersim ahalisi hedeflendi. 1915’te de böyle olmadı mı?
Devletin egemen kimliği milletten Türk ve dinen Sünni İslam nazarında Dersim’de asıl sorun, kimliğiydi. Bu hem sorun olarak hem de “Dersim medenileşmeli ve Sünnileşmeli” denilerek ifade edilmiştir. Resmi zevatın ve kalemşörlerinin analizine göre, “medenileşen ve Sünnileşen Dersim” devletine itaat edecektir. Dersim’i medenileştirmenin ve Sünnileştirmenin en kanlı icrası 1938 Ağustos ve Eylül aylarında yapıldı. 1938 harekâtı, öncekilerden temelde farklıdır. 1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölge ilanıyla Dersim’in önemli sahası yasaklandı. Yasağa uymayan bağını, bahçesini terk etmeyen Dersimli isyan etti denildi. 9 Haziran 1938 tarihli üç gizli kararnameyle Dersim’de “harbin yapılması” kararlaştırıldı ve 6 Ağustos 1938 tarihli gizli kararnameyle de harekâta başlandı. Kararnamelerde dönemin Cumhurreisi Atatürk, Başbakanı Celâl Bayar ve bakanların imzası vardır. Sahada idam infaz yetkisine sahip Tunçeli Valisi ve Korkomutanı ve 4. Umumi Müfettişi Korgeneral Abdullah Alpdoğan’la, 3. Ordu Müfettişi Kâzım Orbay komutasında 7’nci ve 8’inci ve 9’uncu Kolordu birlikleri vardır. Hazırlanan planla Dersim’in dağı-taşı tarandı; on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.
Sonuç olarak iki cephesi olmayan harpte Dersim’in demografik-iktisadi hayatındaki icraat soykırımdır. 1938 harbi olmasa soykırım denemezdi. Dersim’de her şeyin sorumlusu gösterilen Seyid Rıza, kendi ayağıyla gittiği Erzincan’da tutuklandı ve İhsan Sabri Çağlayangil’in yazdığı gibi Ankara emriyle 15 Kasım 1937’de altı yoldaşıyla idam edildi. Hedef bilinen aşiret liderlerinin öldürüldüğü ve Seyid Rıza’nın idam edildiği dikkate alınacaksa, 1938 harekâtı niye yapıldı? Başvekil İsmet İnönü’nün, “devlet Dersim’e hâkim” tespitine rağmen, harekât niye planlandı?
Bir asır sonrasında halen Ermeni Soykırımı analizine kuşkuyla yaklaşmak, Türk milliyetçiliği göletinde boğulmaktır. 100 binler toprağından kopartılıyor, hayat damarı kesiliyor… Bunun tartışılacak neyi var? Soykırım Sözleşmesi’nin 2’nci maddesinde bir grubun varlığını hedefleyen fiiller, “öldürmek, varlığına son verecek şartlara tabi tutmak vs” sıralanır. Belirtilen fiillerin hepsi, devletin dâhili harbiyle 1938’de Dersim’de icra edildi. Öldürmek var, toprağından kopartmak var, cesetleri yakmak var, varlığını sürdürmeyi engellemek var, çocukların her türlü mağduriyeti var, demografik yapının parçalanması var, daha neler neler. Devlet icraatında 1915’ten 1938’e devamlılık vardır. Türkiye, sözleşmeyi 1950’de kanunla kabul etti. Sözleşmenin geriye 1915’e veya 1938’e uygulanamaz iddiası resmi ideolojinin bildik söylemidir. Oysa sözleşme girişinde, “Tarihte soykırımın olduğu kabul edilmiştir” hükmüyle, 1948 öncesi de kapsamdadır. Hozat-Ağzunikli Haydar Kang’ın 1949 yılı ve sonrasında verdiği dilekçelerle ilgili Başbakanlık, Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı metinlerini incelediğimizde görüyoruz ki, “Köyümüzde 12’si ailemden çoluk-çocuk yaşlı-genç 170 kişi öldürülüp, yakıldı” diyen Haydar Kang’a hiçbir kurum yazdıkların yalan diyememiştir.
”Dersimli isyan etti’ iddiası lafügüzaftır’
Dersim Tertelesi’ni rakamlardan yola çıkarak incelediğinizde Kurtuluş Savaşı’ndan daha çok sayıda insanın öldüğünü ve bu durumun “isyan”dan ziyade bir savaş olarak tanımlanması gerektiğini söylüyorsunuz. Devletin Dersim’i bu şekilde nitelemeden kaçınmasının sebebi ne sizce?
Devletin dili, imha edeceğini “isyan etti” diye hedef göstermek ve imhasını da “ıslahat, reform” diye pazarlamaktır. Koçgiri, Pontos ve Sasun’da iddia ediyorum, saha bilgisiyle isyan şu-bu, teşkilat-lojistik analizi yapılmadan söylenip geçiliyor. Dersim özelinde açayım, neyi kastettiğimi. 1939’da İçişleri Bakanı Faik Öztrak açıkladı, resmi veri. 1938’deki harekâtta 13 bin 160 Dersimli ve 122 asker-milis öldü. Resmi yazışmalara göre 20 bine yakın Dersimli sürüldü. Sonuç olarak on binlerce Dersimlinin can ve mal güvenliği imha edildi. Bu mu isyan? Dersim’de kasti olarak temel yaşam hakkı ihlal edildi.
1 no’lu, 2 no’lu ve 3 no’lu yasak bölge halkına verilen emir: “Geliyoruz, buralar yasak bölge, teslim olun, sizi süreceğiz!” Bir köy değil, bir ilçe değil, Dersim’in üç-dört ilçesi yasak bölgeydi. Teşkilatsız isyan olur mu? Dersimli hangi teşkilatla isyan edecekti? Verilen emre uymayan dağa-taşa kaçana isyan etti denildi. 3. Ordu’nun harekâtıyla Dersim’in dağı-taşı tarandı, sağ yakalanan sürüldü. Aileler 4’er kişi olarak bölündü ve batı vilayetlerine iskân edildiler. Oralarda yaşam ayrı dertti. “Dersimli isyan etti” iddiası, lafügüzaftır.
Sorunuzun savaş kısmına gelirsem… “İsyan etti”nin devamında “iç savaş vardı ve taraflar birini öldürdü” denir. Tamamen yalan! İsyan yoktu ve savaşan taraflar da yoktu. Savaşan taraflar varsa, 1938’de 13 bin 160 Dersimli ve 122 asker-milis ölür müydü? Demek ki 13 bin Dersimli taş atsa daha fazla asker-milis ölmez miydi? 1920-1922 dönemi Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında tüm asker-milis kaybı 9 bin 200 civarındadır. İki harp ve iki sonuç, ortadadır.
Analiz için her canı rakam olarak kullanıyoruz, maalesef. 1938’de savaşan, harbeden taraflar yani devlet karşısında taraf olmadığı tespitinin devamı olarak, analizimi “peki kimin harbi?” üzerinde yoğunlaştırdım. “Devletin dâhili harbi” kavramına böyle ulaştım. Tanımlamam şudur: Devletin hedef unsuru belirlemesi, askeri gücünü planlaması ve harekâtla can ve mal güvenliğini imha etmesidir. Haydar Kang dosyasında Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un 1953’teki evrakında, “Dersim’de harp hükümleri cariydi” demesi neyin itirafıdır? Yine aynı dosyadaki Başbakan ve Millî Savunma Bakanlığı evraklarını dikkatle incelediğimizde, Nuri Yamut benzeri itiraf vardır. Ağzunik köyündeki 170 kişinin öldürüldüğü/yakıldığı katliama “yalandı” diyememek ‘tek cepheli harekâtın/harbin’ itirafı değil mi?
Kısaca ifade ederim ki, Koçgiri’de durum farklı değildir. Çünkü Sivas valisi heyetiyle müzakere yapılmış ve iki tane taahhütname imzalanmışken, TBMM Başkanlığına özerklik için başvurulmuşken, askeri harekâtla Koçgiri’de taş taş üstünde bırakılmadı. Yazanlardan birisi de Oktay Akbal’ın dedesi Sivas valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’dır. Şunu da hatırlatırım ki, özerklik başvurusu, 1921 Anayasası’na (madde 11) göre meşru bir taleptir. Zaten anayasanın 11’inci maddesine işlerlik kazandırılsa sorun da çözümlenmiş olurdu.
‘Kapitalizmin sadece militarist ordusu yok, bir de işsizler ordusu vardır’
Siz, alan üzerine çalışan ve devletin, egemen kimliklere sahip olmayanlara açtığı savaşı neredeyse haritalandıran bir yazarsınız. Devletin, bugün Suriyeli/Afgan mülteci/sığınmacı konusundaki yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz?
Birinci cümleniz için teşekkür ederim. Kişi, iktidar ve egemen gözünde, iş gücü ve cepheye gönderilendir. Kapitalizmin sadece militarist ordusu yok, bir de işsizler ordusu vardır. Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığından beri nüfusla ilgili değerlendirmesinde, ailelere “en az üç çocuk” tavsiyesi, sonrasında “beşe” çıktı. Son yıllarda nüfusta hedeflenen artış, ancak nüfus ithaliyle karşılanır oldu. Dün Suriyeli ve bugün Afganlı sığınmacı, mülteci vs. Göçmen tartışmasında itiraf Ak Parti’li Yasin Aktay ve Mehmet Özhaseki’den geldi, “Ekonomiyi ve sanayiyi ayakta tutan göçmenlerdir” dediler. Sıkılmadan, işsizler ordusunun, yani köle pazarının önemi bu kadar net ifade edildi. Maalesef din soslu yaklaşımla ekonomik ve sosyal sorunların daha da derinleşeceği süreçteyiz.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Kırımlar peş peşe sıralanıyor ama Türk devletinin biçiminin yeterince tartışılmadığını düşünüyorum. Türk devletinin niteliğini ve rejimin biçimini araştırmak amacıyla, çalışıyorum. Umarım bitirebilirim.
Kaynak: Gazete Duvar