Mahir Özkan
Ermeni köylü edebiyatında çağrışımlar aramaya, Agın / Eğin’in (Kemaliye) Armıdan Köyü’nün hikâyelerini, yaylada, soba başında Hemşinli ihtiyarlardan dinliyormuş gibi okuduğum Hagop Mintzuri’nin kitabıyla devam ediyorum. Yaylada dinliyormuş gibi demem boşuna değil. Bu hikâyeleri okurken defalarca araya girdim. Karakterlerle sohbet ettim. Babama, anneme, ablama sorular sordum. Sohbete onları da kattım. Çünkü Mintzuri’nin eşsiz üslubu yayla evi ortamını sağlıyordu bize. O zaman buyurun bu sohbetin notları size.
Mıntzuri: Turna Nereden Gelirsin?
Altınlar kitabın ilk hikâyesi. Hikâyenin ilk sayfasında (s.11) çağrışım yapan ilk kelime karşıma çıkıyor: Tump. Ablama dönüyorum ve soruyorum: “Bizim ağayinin aşağısındaki tarlaya miça tump (iç tepecik) demiyor muyuz biz?” Tump ile ilgili kitabın arkasındaki açıklama her şeyi yerli yerine oturtuyor. Tam da tanımlandığı gibi bir tarla bizim miça tump. Tabii miçası da iki dere arasında kalmasından kaynaklanıyor. Pliti görünce bizim pelit aklıma düşüyor (s.21). Mintzuri ballısını anlatıyor. Ben ballısını yemedim valla. Biz en fazla reçel koyardık içine. Ya da sıcakken tereyağı ve vaznad (lor, minci).
Ama bu hikâyenin benim aklıma getirdiği en önemli şey bunlardan biri değildi. Çaldığı altınları yiyemeyen Bekçi Kalos, bana Ermenilerin gömdüğü altınları arayan hazine avcılarını hatırlattı. Artvin’de buldukları bir harita ile altın arayanların, kazıdıkları her yerden kemik çıktığını söyledikleri bir muhabbete tanık olan momi, onlara sarsıcı bir laf etmişti, hiç unutmam: “Orti, hoğin dage inç teyik u inç elloğer. – Yavrum, toprağın altına ne koydunuz ki ne çıkacaktı.”
Zengin Ermeni miti geliyor aklıma. Ermenilerle ilgili ne zaman bir şeyler konuşulsa konunun bir şekilde haritalara, gömülen altınlara geldiği sohbetler… Bu hikâyeleri herkes okusa keşke diyorum. Bu algıyı değiştirmek için gösterdiğim gayretler geliyor aklıma. Bu tartışmaları yaptığım insanlara o kadar dil dökmek yerine bu hikâyeleri okumalarını salık verseydim keşke diyorum. Benim saatlerce anlatamayacağım yaşamı nasıl da capcanlı gözlerinin önüne sererdi bu hikâyeler.
Sonbahar hikâyesinde bizim Poşalar çıkıyor karşıma (s.24). Biz de Artvin’de, Ermenistan Çingenesi olduklarını sonradan öğrendiğim, dillerinde Ermenice birçok kelime bulunan Çingenelere poşa deriz. Babam, çocuklar sevimlilikler yaptığında, dans ettiğinde falan onları poşa diye sever.
Bir dede torununa “Torunlarımın içinde en akıllı sen olacaksın. Kızları bırak, onlar gidecekler, elin evini şenlendirecekler” diyor (s.29). Babama “Kaç çocuğun var?” dediklerinde; “Dört çocuğum var, beş de kız” diye cevap verirdi. Bu ataerkillik meselesi her yerde var belki. Doğru. Ama her yerde aynı biçimde ortaya çıkmıyor. Babamın kızının evinden bahsederken sürekli “elin evi” diye bahsetmesi Armıdanlı dedeyle akrabalığından mı dersiniz?
Armıdanlılar da bizim gibi, Leğağpürde su içiyorlar laği laği (kekremsi acı bir tat). Babamın bacaklarını yemesine rağmen yoksulluktan giydiklerini söylediği pantolonların kumaşını yani valayı yere seriyorlar yemek yemek için üzerinde.
Isdanbol hikâyesi bizim gurbetçiliğimizi hatırlatan ve hasret çekenlerin derdine tercüman olan şu sözlerle kalacak aklımda: “İstanbul’u methetmeyin, aşağılıktır; dağları dumanlı, yolları taşlıktır. İt gibi ulusun İstanbul’u diken, unutur bizi oraya giden.”
Çocukluk hikâyesinde çocukluğumun kuşu kukku çıktı karşıma. Hem de aynı, o zamanki gibi utangaç. Biz de sadece sesini duyar, kendisini göremezdik. Bizim için artık efsaneleşmiş bir kuştu kukku. “… biz ona ‘gugguuu’ diye seslenirdik. Sonra da o ‘gugguuu’ derdi… usanana kadar… ‘eee sen seslen dur, biz artık söylemiyoruz’ derdik. O, biraz durur gene başlardı. O bizi görür, biz onu göremezdik.” (s.55-56)
Analarımız, tanıdık kelimelerle başlayan bir hikâye. Mayr, hayr, hars. Anne, baba, gelin. Ama bu hikâyede öğrendiğim belki de en ilginç şey şu: Şehirli Ermeni arkadaşların aksine Armıdanlıların bizim gibi, yaşlı kadınlara mama (mami, momi) demeleri (s.67): “Bizleri ninelerimiz büyütürdü. Analarımızın görevi bizi sütten kesilene kadar emzirmekti… Utanırlardı bizi sevip okşamaya. Evde kaynanaların ve başkalarının varlığında bizi kucaklamaz, bizi alıp oturmazlardı. Kınanır, ayıplanırlardı.” (s.68)
Hemşinli çocuklar da momilerinin koynunda büyüdü çoğu zaman. Anneleri çay toplarken momi ile yaylalara çıktı. Anadilini, doğal ortamında öğrenen belki son kuşak olacak momileri ile yaylalara çıkan o çocuklar… Gelin-kaynana ilişkileri ne çok benziyor bizimkilere. Başka bir sürü ritüel, hepsi resmedilmiş. Babamın, annemin anlattıkları geliyor aklıma. Bizimkilerin birbirlerine seslenirken hâlâ isimlerini söylememeleri geliyor aklıma. Bizimkiler yani annem ve babam hâlâ birbirlerine seslenirken “Kimanas ta? Duyuyor musun?” derler. Armıdanlılarda var da, İstanbullularda kalmış mıdır, bilmem.
Bebeğe Armıdanlılar bılig diyorlar. Aslında biz de bulig diyoruz. Ama kullanımı çok daralmış. ‘Gözümün bebeği’ anlamında “açvetses bulige” diyoruz mesela kıymetlilerimize. Bu anlamıyla birkaç manide de rastlamak mümkün.
İlk çocuk’ta çocukluk yıllarımın bir ünlemi ile karşılaşıyorum. Biz köyde çay toplarken benim çok önemli bir görevim olurdu. O zamanlar ne teleferik vardı ne de en uzak tarlalara kadar giden araba yolları. Çayları tarlalardan kendi sırtımızda galatlarla taşırdık. Tabii bir de eşek veya at gibi yük hayvanlarıyla. Bizim eşeğimiz olurdu. At alacak kadar zengin değildik. İşte bu eşeğin sorumluluğu bende olurdu. Aynı Armıdanlı çocuklar gibi ben de “çooo!” diye bağırırdım da sözümü dinletemezdim eşeğe (s.87).
Utanç’ta da analarımızda olduğu gibi gelinlik meselesi çıktı karşıma. Hem de tam adıyla gelinlik etmek, dil saklamak diye. Büyüklerinin yanında konuşamayan, utanan sıkılan gelin; büyüklerinin yanında kocasının yanına gidip yatamayan gelin, nasıl da tanıdık geliyor (s.92). İşte, Sila hikâyesinde anlatılan başka bir gelin. Kendisine getirilen hediyelere nasıl gizli seviniyor. “Sıloyan’ın karısı Areknaz hepsini taşıdı, sandık odasına götürdü. Onlar evin kızıydı, çekinmezlerdi. Kendisi gelindi, evin geliniydi, kaynanasının, kaynatasının yanında sevincini belli edebilir miydi?” (s.258)
Şaban Ali’nin hikâyesinde kitabın en büyük sürprizi saklıydı. Ben Ermeni köylü edebiyatında Hemşin çağrışımları ararken bu hikâyede Hemşinlinin kendisi kanlı canlı karşıma çıktı. Hem de Mingrel Laz Hasan da cabası. “Hasan’ın konuştuklarını bazen anlamaz, tekrar ettirirdim” diyor yazar. Bugün bile bazılarının Hıristiyan oldukları için Mingrellerle Lazların ortak köklerini reddettiği düşünülürse 1930’larda geçen bir hikâyede bu isimlerle karşılaşmak heyecan verici (s.109).
Hemşinli Şaban Ali ile aralarındaki diyalog ise çok ilginç:
“…Vartavar ayında gene ‘Vazanağpür’e gidiyor, eğlenceler yapıyor musunuz?”
“Her yıl gideriz, eğleniriz.”
“Oşin sağ mıdır? Yaşıyor mu?”
“Yaşlıdır ama sağlıklıdır, yaşıyor.”
“Nasıl olmuş da O, bir tek Ermeni kalmış aranızda?”
“Bizim köylüler saklamışlar. O’nu da bizden, bizim köyden sayıyoruz.”
“Biz Ermenice konuştuğumuzda siz anlıyor musunuz?” diye sordum.
“Siz, bizler gibi konuşmuyorsunuz, anlamıyoruz; birkaç kelime anlıyoruz.”
“Bak şimdi, siz ‘usdi gukas, tor gertas’ dersiniz, yani ‘nereden gelirsin, nereye gidersin?’ Biz de ‘urge gukas, ur gertas’ deriz (s.111-112).
Isırganotuna ne dediklerini sorduğunu ve verdiği cevabı hatırlatıp ekliyor. “Kalıbımı basarım, İstanbul’daki elli-altmış bin Ermeni’nin içinde on kişi çıkmaz ısırgana Ermenice yeğiç dendiğini bilen.” (s.112)
Hikâyenin içinde bugünün birçok tartışmasını bulmak mümkün. Bir yandan Karadenizlilerin hepsine Laz diyor. Bir yandan Lazca konuşan Laz’ı ayırmak için Mingrel Laz diyor. Verdiği örnek cümleye bakılırsa Hemşin’de o tarihlerde hâlâ Hemşince konuşulabiliyor. Ve tabii bugün hayal meyal hatırlanır olan Vartavar şenliği her yıl kutlanıyor. Dikkat çeken başka bir şey ise bunca yıl geçmesine rağmen İstanbul’daki Ermeni nüfusunun hâlâ o günlerde telaffuz edilen sayılarda olması, hiç çoğalamaması. Ayrıca hâlâ tanıdığım İstanbul Ermenisi birçok arkadaşım ısırgana eğinç dendiğini bilmiyor, Rize Hemşindekilerin çoğu ise bu kelimeyi hâlâ biliyorlar, artık Hemşince cümle kuramıyor olsalar bile. Tabii merak ettiğim başka bir şeyse şu: Acaba Oşin’e ne oldu? Çocukları, torunları var mıydı? Hâlâ onu tanıyan birileri var mı oralarda?
Yılan parmağımı soktuuu! Yılan parmağımı ısırdı; hikâyesinde ölüm ve ölüm karşısındaki tepkilerin nasıl bizimkilere benzediğini gördüm. Ağıt yakanların adeta bir hikâye anlatır gibi; olayı, ölenin hayallerini, onunla yaşadıkları anıları anlattıkları yakarışları bizim kovuşlara benziyor: “… annen baban sağ, bacıların, evlatların sağ, sen nasıl dünyayı bıraktın gittin? Tışho, Tışho! İrisgin oldun, derbabayla beraber öleydin de bugünü görmeyeydin. Tışho! Tışho! Sen nasıl bağ evinin kilidini alayım dedin de asmanın altına bakmadın, kilit yerine yılanı tuttun, alnına bu mu yazılıydı?” Ağıtlar olduğu gibi ölü evine bir hafta boyunca köylülerin yemek yapıp götürmesi geleneği de tanıdık ve bizden (s.168-169).
Biz ne giyerdik?’te benim dikkatimi giysilerden ziyade bir gelenek çekti. Düğün yemeği. Bizim bir geleneğimiz vardır. Düğün zamanı gelin, eniştenin evine getirildiğinde erkek tarafı bir ziyafet vermek zorundadır. Bu ziyafette kız tarafından biri çıkar ve sofraya çeşitli yiyecekler ister. Buna raşa istemek deriz. İşte bu ziyafet geleneği Armıdan’da da varmış. “Neler istemezlerdi ki! Kaymak, bal, şarap, tulumla şarap, balla karışık şarap, gelinin kardeşi için boyu kadar ballı sucuk. İsterlerdi! Kızlarını veriyorlardı, ne diyebilirdik? Mecburduk vermeye, hizmet etmeye.” (s.195-196)
Tek tek hikâyelerin dışında, neredeyse bütün hikâyelerde bizim oraları hatırlatan bir yer ismi, tarla ismi, yemek ismi, bir nesne ismi karşıma çıkıp duruyor. Bu yer adlarından bazılarını paylaşmak istiyorum. “Amırkar – sağlam taş, adzvidag – bahçe altı, bader – duvarlar, bekirtsik – bekirgil, çırap – su kıyısı, gaban – geçit, garmir kar – kızıltaş, garmir hoğer – kızıl topraklar, karnan campaner – ilkbahar yolları, leğ ağpür – acı çeşme, lusağpür – ışık çeşme, teğ çur – şifa suyu, vernağpür – yukarı çeşme, yergu karug – iki taşçık.” Bugün gidin gezin, hem Hopa’nın hem Rize’nin Hemşin köylerinde bu yer adlarına benzer adlara her yerde rastlarsınız.
Ermeni köy edebiyatının birkaç örneğini okumak bile benim üzerimde belki de birçok makalenin, bilimsel çalışmanın, tumturaklı lafların ötesinde bir etki yarattı. Çünkü anılarımdaki ve hatta zaman zaman hâlâ içinde bulunduğum yaşamın öyküleri bunlar. Aynı zamanda bu hikâyeler bana dinini değiştirmenin öyle her şeyin değişmesi anlamına gelmediğini bir kere daha gösterdi.
Hemşinliler de toplumun diğer kesimleri gibi hızla kentleşiyorlar. Dillerini ve kültürlerini yaşadıkları ve yeniden ürettikleri alanlardan hızla büyük şehirlere veya kendi şehir merkezlerine gidiyorlar. Bu durum asimilasyonu hızlandırıyor ve kaçınılmaz görünüyor. Ama hâlâ yapabilecekleri bir şeyler var: Geçmişlerini keşfetmenin ötesine geçip onu fethetmek ve bu sayede dillerinin ve kültürlerinin yok olmasını engellemek, onu geleceğe taşımak gibi, dillerinin ve kültürlerinin geniş coğrafyasıyla bağ kurmak gibi… Ermeni köylü edebiyatı okumaları bu açıdan da önemli bir olanağın farkına varmamızı sağlıyor. Hemşinlilerin asimile olmadan kentlileşmesinin bir imkânı bu aynı zamanda. Ortak kültürel geçmişe yaslanarak kentli Ermenilikle bağ kurmuş bir Hemşinlilik. Zira Hemşinliliğin kentli Ermeni kimliğine katabileceği çok şey var; kentli Ermeni kimliğinin yeni kentlileşen Hemşinlilere katacağı çok şey olduğu gibi…
Kaynak: Jineps