Aslı ODMAN
Birikim Dergisi
‘Adana’yı öyle özledim, öyle özledim ki…/ Hatırlar mısın bilmem,/ Kol kola / Asfalt yolda/ gezmeğe çıkardık geceleri…/ Parkın yanında bir büyük konak vardı/ beyaz büyük havuzunun fıskiyesiyle/ gece gündüz akardı./ Asfaltın kenarında/ geniş yapraklı ağaçlarıyla ‘kübük’ evler/ ve uzaktan derinden derine/ düdükleri öterdi bekçilerin./ Sonra nasıl olurdu bilmem/ birdenbire hava gürler,/ yıldızlar sönüverirdi de,/ yağmur gelecek galiba derdin./ Küçücüktü evimiz:/ hurmalı mahallede/ kocaman konağın/ -konak haraptı-/ alt katındaki oda./ Gülbenkyan’ın çırçır fabrikasına bakardı./ Soldaki pencereye/ üzerinde tavus kuşu dolaşan/ ince bir tül asmıştın./…’
Orhan Kemal, Bursa Cezaevi, 1940’lar[1]
‘Geçmişle ancak, yaşananların sebepleri ortadan kalktığı zaman hesaplaşmış olacağız. Geçmişin esir edici çekiminin bugüne kadar kırılmamış olması sadece ve sadece bu sebeplerin hâlâ var olmaya devam etmelerinden kaynaklanmaktadır’.
Theodor Adorno[2]
Gülbenkyan’ın Çırçır Fabrikasına Ne Oldu?
6 ve 7 Kasım 2009 tarihlerinde, Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde, ‘Adana 1909: Yüz Yıllık Bir Perspektiften Tarih, Bellek ve Kimlik’ başlığı altında atölye çalışmaları düzenlendi. Bu, 1909 Adana olaylarının 100. yıldönümü rüzgarı ile düzenlenen beşinci konferanstı.[3] Bu atölye çalışmasında sunum yapan araştırmacılar, 1909 Adana olaylarına yaklaşırken kullandıkları metod, kavramlar, kaynaklar açısından farklılaşıyorlardı. Kimi kendi çalışma alanından (yüzyıl başında etnisite mühendisliği, görsel bellek, emek tarihi, mübadele, Jön Türk Devrimi sonrası tarih vs.) yola çıkarak 1909 Adana’sında olan bitenlere bakıyordu. Kimi aslen Osmanlı Ermeni’lerini çalıştığı için 1909’da Ermeni nüfusun ‘başına gelenleri’ araştırmaya başlamıştı. Bu farklara sunumları ele alırken değinmeye çalışacağım.
Bir diğer önemli fark ise, konferans katılımcılarının bazılarının aile belleklerinin önemli bir parçası olduğunu ifade ettikleri İstanbul ve Türkiye’ye, ilk defa gelmiş olan Ermeni kökenli akademisyenler olmasıydı. Bizler ise, ‘zaten burada evsahibi(!)’ idik. Çoğu zaman bu tarz kozmopolit akademik konferanslarda geri plana atılan, ‘konferansın nerede yapıldığı’ bu sefer gayet önemliydi. Bundan da öte, konferansın bellek ölçekleri içiçe geçmişti: Araştırılan Adana, hatırlanan Adana (Sis, Haçin…), ‘tevatür’ İstanbul, Teotig’in doğduğu Samatya, müzenin terasından görünen Boğaz, evsahiplerinin yaşadığı İstanbul, Türkiye’ye ilk defa gelenlerin aklındaki ‘dedelerinin, nenelerin yaşadığı ve göçtüğü’ farklı memleketlerden parçalar, Bir ZamanlarYayıncılık’tan Osman Köker’in güzel sunumunda bizimle paylaştığı kartpostallardaki mekânlar…İki gün bizi ağırlayan Emirgan Sakıp Sabancı Müzesi Konferans Salonu bu kadar ‘katman katman bellek-mekânı’ nasıl taşıdı, şaştım! Bir de ‘aramızdaki pür İstanbullu akademisyen evsahiplerinin’ bellek-mekânlarının nispeten ne kadar monolitik kaldığını farkettim. Böylece bu konferans –değinilebilenler ve değinilemeyenlerle- hem bir tarih, hem de bir bellek konferansı olmuş oldu.
Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Londra Gomidas Enstitüsü, Sabancı Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü tarafından organize edilen bu atölye çalışmasını iki gün boyunca dinledim. Çok şey öğrenip, bir o kadar da soru ile ceplerimi doldurarak, hem öğrendiklerimi, hem de sorularımı sizinle paylaşmak için bu yazıya oturdum. Ne Osmanlı Ermenileri, ne1908 Jön Türk Devrimi sonrası dönem, ne de tehcir hakkında hiç bir orijinal araştırmam olmadığını hemen baştan söyleyeyim. Fakat yazı içerisinde yeri geldikçe sizi -kendim takip edebildiğim kadarıyla- bu konularda emek verenlere yönlendirmeye çalışacağım. Zira sadece İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde çalışmam nedeniyle -‘İçinizde müzikten anlayanlar varsa, şu piyanoyu yukarıya taşısın!’ misali- bu uzun ve zahmetli organizasyonun en sonunda ve en ucundaki teknik bir kısmından bir nebze tutuvermiş buldum kendimi. Dört sene önce, Eylül 2005’de olağanüstü çabalar ve süreçlerle gerçekleşen, ‘İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları’ konferansına[4] da katılamamıştım. Sonra 19 Ocak ‘geldi’. Çalıştığımız alanlardan bağımsız olarak, yaptığımız her işe Hrant Dink’in yüzü, sözü, özü karıştı. Kanımca artık ‘ölü can saymadan’ Osmanlı Ermenileri’ni konuşmak, bu konuyu ikilemler yaratmadan kamuya maletmeye çalışmak -bunun yöntemleri, kurulan illiyet bağları, odak noktaları ne olursa olsun- akademik alanın Hrant Dink’e olan gönül borcunun bir parçasıdır. Konferansta, onun yokluğu ile parlayan varlığı her an hissediliyordu.
Geçmiş Siyaseti ve Adana 1909
İki tam güne yayılan atölye çalışmalarında sunumları kabaca iki gruba ayırmak mümkündü. Birincisi olayların somut aktör, kurum ve dinamiklerine değinen sunumlar (ki bunlar nispeten azınlıktaydı), ikincisi ise 1909 Adana olaylarının farklı çevrelerde yansımalarının anlatıları (dönemin mebzul Ermenice süreli yayınlarında, Terziyan ve Teotig’in kitaplarında, Osmanlı Meclis-i Mebusan tartışmalarında, Alman Devlet ve Deutsche Bank arşivlerinde, Fransız entelektüel alanındaki parlamenter ve parlamento dışı tartışmalarda, bölgedeki Amerikalı misyonerlerin aile arşivleri ve kitaplarındaki anlatılarında, ABD devlet arşivlerinde ve döneme dair bugün de sirküle eden fotoğraflarda vb).
Bu gibi ‘geçmiş siyasetinin’[5] doğrudan parçası olmuş tarihsel dönem ve olayları ele alırken sık sık olduğu gibi, konunun maddi kısmından çok, yansıma ve hatırlama tarzlarına dair sunumlar ağırlıktaydı. Tâbiri caizse, 1909 Adana konusunda katılanlar öncelikle ‘belleklerindekini döktü’. Bu yazı çerçevesinde, ‘belleklerden dökülenleri’ de derleyip sunmaya çalışacağım. Eğer bunları sunarken Adorno’dan alıntıladığım pasaja sadık kalmak için algıda seçicilik yapıp, olayların hatırlama tarzlarından çok ‘hâlâ olmaya devam eden’ sebep ve dinamiklerine dair dinlediklerimi ve sorduklarımı öne çıkarırsam, bunun nedeni Türkiye’de son yıllarda tam anlamıyla ‘patlayan’ tarihperestliğin içten içe üzerimize esir alıcı bir çekim uyguladığını hissetmemdir. Yükselişte olan ‘geçmişin acı ve haksızlıklarıyla yüzleşme’ ivmesinin -çok olumlu bulmak ile beraber-, kardeşi ‘bugünün acı ve haksızlıklarına kulak kesilip, onları tarihsileştirme’ faaliyeti ile el ele yürümesi gerektiğine inanıyorum.[6]
Yazımı ‘Ermeni tehciri’ konusunda, geçmiş acıları güncelleştirme ve günümüzün acılarını tarihsileştirme çabalarının pür kapalı akademik bir uğraş olmaktan tedricen çıkarılabilmesi ve ‘cari/gündelik/Şimdi’nin kolektif belleğine’ ulaşabilecek kanallar açılabilmesi için bazı önerilerle bitireceğim.
(Devam Edecek…)