Bora ARLI
“İnsan soyunun düşmanlarıyla yalnızca kendin için değil, zira tam özgürlük gününü göremeyebilirsin, ama memedeki çocuk için boğuşuyorsun” (1)
Yukarıdaki söz iki yüz yıl öncesinden geliyor da olsa, günümüz hak ve özgürlük mücadelelerinin hayli çetrefilli ve uzun soluklu bir süreç gerektirmesi itibariyle, zamanının yaşam koşullarıyla sınırlandırılamayacak kadar devrimci bir edebiyatın ürünüdür.
Siyasal iktidarların sahip olduğu sonsuz araçlar itibariyle, karşısına çıkan gerek emek eksenli gerekse etnik temelli hak taleplerine karşı en sık başvurduğu yöntem sendikal örgütlenmeyi engelleme ve de tarihsizleştirip sınıflar üstü argümanlarla kitleleri meşgul etmektir. İşsizlik sigortasına el koyan, kamu emekçisinin toplu sözleşme hakkını elinden alan, tersanelerdeki ölümlere ses çıkarmayan ve bunların yanında Kürt halkının kurtarıcılığına soyunan yine AKP hükümetidir. Emek mücadelesinin önünde yıllardır barikatlar kuran AKP’nin kendini bu hususta birden “özgürlük savunucusu” ilan etmesi samimi olmamakla beraber gerçekçi de değildir. Zira bu demokratik açılım kimler içindir? Bir başka deyişle, Kürt toplumu homojen bir toplum mudur? Elbette ki diğer topluluklarda olduğu gibi burada da sınıfsal bir yapı vardır ve içinde sermayedarı da vardır emekçisi de. Farklı çıkar gruplarına sahip bir topluluğun, yukarıdan sunulan bu demokratikleşme paketinin alt metinlerine dikkat etmesi gerekir.
Güneydoğuda yıllardır süregelen çatışma ortamı ve devletin yarattığı toplumsal huzursuzluk, bölge genelindeki yatırımların önüne geçmiş, bunun yanında hükümet politikalarıyla ülke ekonomisinin yarısından fazlasını kapsayan tarım sektörü AB bütünleşme süreci doğrultusunda %5 lere çekilirken oransal olarak geri kalan kesim işsizleştirilmiş ve belli başlı merkezlere göç etmek durumunda bırakılmışlardır. İktidarın şimdiki manevrası ise, toplumsal hak talepleri anayasal düzlemde ele alınıp somutlaştırılması zorunlu olan bu topluma gerçek haklarını vermekten ziyade piyasa anlamında yıllardır atıl kalmış bu yatırım alanlarını sermayeye açmak üzerinden okunmalıdır. Bunu aynı zamanda Kürt toplumunun da kendi sermayedarlarına sahip olduğu gerçekliği doğrultusunda düşünmeliyiz.
Türkiye solunun etnik toplulukların hak mücadelelerine destek vermesi bir gereklilik olduğu gibi bu toplulukların kendi alan faaliyetlerinin dışında emek mücadelesine etkin bir şekilde katılımı, aşağıdan yukarı ve çok daha gerçekçi “demokratikleşme açılımlarını” ortaya çıkarması noktasında oldukça aciliyeti olan bir ihtiyaçtır. Bu tespit bu coğrafyada yaşayan diğer halklar için de geçerlidir. Uluslar arası hukuk jargonları ve strateji diliyle düşünmeye zorlanan/zorlanmış olan Ermeniler ve Türkiye halkları için mücadele etmiş olan Hrant Dink’in “sakıncalı” olmasının sebebi Ermeni olması olabilir ancak onu daha da “sakıncalı” kılan onun “Sosyalist bir Ermeni” olmasıdır. (2)
“Barış” tan siyasal iktidarların anladığı bir tür uzlaşı halidir. Hak ve özgürlüklerin olmadığı bir ülkede barışın herhangi bir teminatı kalmayacağı gibi ondan söz etmekte mümkün değildir. Karaköy’deki Kürt balıkçının, Kumkapı’daki Rum meyhanecinin, Kapalıçarşıdaki Ermeni kuyum işçisinin ortak yanı emekçi olmalarıdır ve toplumu dikey olarak bölen iktidarlara karşı en güçlü cevap bu ortaklığın örgütleştirilmesiyle mümkündür.
Barışın bir uzlaşı talebi olmadığını, söylenmesi ve yapılması gereken daha birçok şey olduğunu haykırmak için 1 Eylül’de Kadıköy’de buluşmak üzere…
1: Bu söz, 1700’lü yılların sonunda oy hakkı ve parlamento reformu için kurulan ve mektuplar aracılığıyla haberleşen Londra yazışma derneğinin seyahatteki temsilcilerine gönderdiği talimattır.
2: Fransa ve Amerika’da parlamentoda görüşülmüş “Ermeni Soykırımı” yasa tasarısı sonrası gerek uluslar arası kamuoyu gerekse Türkiye basınında tartışılmış şekli itibariyle düşünülmelidir.