Doç. Dr. Ferhat Kentel
Agos Gazetesi
Nor Zartonk grubu tarafından hazırlanıp, Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (SAM) katkılarıyla değerlendirilen ve anket tekniğine dayalı “Türkiye’de Azınlık Olmak” araştırmasının sonuçları geçtiğimiz haftalarda Agos gazetesinde yayınlandı. Özellikle İstanbul’da yoğunlaşan ve tahminlere göre 60 ila 80 bin civarında bir nüfusa sahip olan Türkiye Ermenileri üzerine yapılan bu araştırma önemli bir iddia taşımaktaydı. Öncelikle, mümkün olduğunca Ermeni nüfusunu temsil etmeyi hedeflemiş olan bu araştırmayla, bir azınlık grubu “kendi üzerine düşünmeyi” amaçlıyordu. Bu tür bir araştırma, en azından kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, bir “ilk”ti. Kuşkusuz ilk olması, yöntem bakımından da bazı aksaklıkların ortaya çıkmasının koşullarını hazırlamıştı.
Her şeyden önce, araştırma için yapılacak anketlerin sokakları ve haneleri tarayarak, “rastgele / tesadüfi” yöntemle yapılması mümkün değildi. 15 milyonluk bir nüfusa sahip olan İstanbul gibi bir megapolde, yaklaşık 70 bin kişilik ve -bazı semtlerdeki göreli yoğunluğuna rağmen- dağınık bir nüfusa sahip bir grubu temsil edecek bir örnekleme ulaşmak için çalınması gereken kapı sayısı aşırı yüksek olacaktı. Kaba bir hesapla, 100 görüşmeciye ulaşmak için 20 binin üzerinde kişiyle tarama görüşmesi yapmak ya da Ermenilerin yaşadığı 1 haneye ulaşmak için 200’ün üzerinde hane taramak gerekecekti. Maliyet ve zaman bakımından karşılanması çok kolay olmayan bu “tesadüfi” yöntem yerine uygulanan ve her görüşülen kişi vasıtasıyla başka görüşmecilere ulaşmayı hedefleyen “kartopu” yöntemi en önemli alternatifti.
Kantitatif yöntemler için bir meşruiyet zemini olarak başvurulan “istatistik bilimi”nin görüşülen kişilere ulaşımda “eşit şans” ilkesini gözardı eden kartopu tekniğinin “zayıflığı”, Nor Zartonk anketinde kendini göstermiş durumda. Örneğin, bizzat genç anketörlerin görüşmeleri yapmış olmasına bağlı olarak, örneklemde yer alan 459 kişi arasında gençlerin payının da yüksek olduğu görülüyor. Bu durumda araştırmayı, temsil bakımından “istatistiki” meşruiyet zemini olmasa da, araştırma yapılan grup ve onun iç farklılaşmaları hakkında bilgi veren bir kaynak olarak düşünebiliriz.
Örneklemin taşıdığı zaafa rağmen, “Türkiye’de azınlık olmak” araştırması, yukarıda belirttiğimiz gibi, bir toplumsal-kültürel azınlık grubunun kendi üzerine düşünme çabasına mükemmel bir örnek oluşturuyor. Ve bu özelliğiyle araştırma, Ermenilerin içinde yaşadıkları büyük toplumun da bir bütün olarak kendi üzerine düşünmesinin gerekliliğini gösteren ipuçlarını taşıyor.
Nor Zartonk grubunun araştırma üzerine yaptığı değerlendirmeler, Agos gazetesinde yer alan Aris Nalcı’nın, Markar Esayan’ın ve Rober Koptaş’ın yazıları, araştırmanın ayrıntılı verilerini ve bu veriler üzerine yorumları içeriyordu. Dolayısıyla, ben burada bu yorumlara tekrar girmek yerine, araştırmanın ortaya koyduğu sonuçları başka araştırmalardan elde edilen bilgiler eşliğinde daha genel bir çerçeveye oturtmaya çalışacağım.
“Türkiye”de “Ermeni” olmak
Her şeyden önce araştırma Ermenilerin en temel iki referansını görünür kılıyor. Bunlardan biri “Türkiye’de yaşamak”; diğeri ise “Ermeni olmak”… Yani Ermeniler, bir yandan yüklü bir kültür ve bellek sahibi olarak, bu kültüre ve belleğe hakkettiği saygıyı göstermeyen bir ülkede yaşamanın sıkıntısını taşıyorlar. Ermeniler resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin “eşit yurttaşları” olmak gibi bir statüye sahip olsalar da, devlet katında bu yurttaşlığın getirdiği bütün haklardan yararlanamıyorlar. Ancak kurumsal (örneğin subay olamamak gibi) ve kültürel düzeyde (resmi siyasal ağızlarda dile gelen hakaretler gibi) bütün dışlayıcı pratiklere rağmen, Ermeniler Türkiye topraklarında yaşıyorlar ve bu topraklarla, bu topraklarda yaşayan diğer insanlarla karşılıklı etkileşim içindeler. Yani en basit düzeyde, Türk kimliği altında tanımlanabilecek ortalama bireylerin yaşadıkları toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel atmosferi onlar da soluyorlar.
Onlar da Hürriyet, Milliyet, Sabah gibi ana akım gazeteleri okuyorlar; yani “herkes gibi” onlar da ortalama popüler kültür ürünlerini tüketiyorlar; Türkiye genelindeki eğitimli kesimler gibi, eğitimli Ermeniler de daha çok Radikal gazetesi okuyorlar. Onlar da “herkes gibi” toplumda yükselen / yükseltilen korku kaynaklarından korkuyorlar; örneğin bu korkulara karşı seferber edilen kitlelerle birlikte Cumhuriyet mitinglerini, AKP’nin Çankaya’yı ele geçirmesine karşı asker inisiyatifine eşlik eden Anayasa Mahkemesi kararını destekleyenlerin oranı desteklemeyenlerin oranını aşıyor. Seküler milliyetçi dilin son yıllardaki operasyonlarına bağlı olarak “islamcı tehlike” uyarılarından bir ölçüde etkilenseler de, bu “internetten muhtıra”ya destek anlamına gelmiyor. Yani “herkes gibi” Ermeniler de Cunhuriyet konusunda hassaslık gösterseler de, gene “herkes gibi” demokrasinin yanında yer alıyorlar.
Ancak Ermenileri “Türkiye’nin ortalama vatandaşlarıyla” aynı düzlemde, “benzerlikleriyle” düşünmemizi sağlayan bu verilerin yanısıra, “Ermeni olarak” taşıdıkları “farklılıkları” da gösteren bilgiler sunuyor araştırma. Çünkü onların korkuları sadece milliyetçilik stratejisinin son yıllardaki operasyonlarıyla beslenmiyor. Her şeyden önce dinlerinin ve etnik kökenlerinin bir tehcir / yoketme nedeni olarak inşa edildiği 1915 tecrübesine sahipler. Farklılık ya da ötekilik yaratan bu tecrübe sadece geçmişte kalmış bir acı hatıra değil kuşkusuz; çünkü zaman içinde neredeyse her Ermeni kuşağının tecrübelerine kazınan farklı olaylar zincirine en son kuşak için de yeni bir “ötekilik” tecrübesi ekleniyor: Hrant Dink cinayeti ve akabinde Agos gazetesine, Arat Dink’e ve Sarkis Seropyan’a verilen cezalar da “Ermeniliği” bir farklılık olarak yeniden üretiyor.
Dolayısıyla Ermeniler bir yandan toplumla içiçe geçerken, aynı anda kendi içlerine dönüyorlar. Bir yanda Türkiye’nin “yurttaş” olma pratiklerini -bütün eksiklik ve yetersizlikleriyle de olsa- yaşarken, diğer yanda “cemaat” özelliklerini yeniden üretiyorlar. Cemaat, korunması gereken bir aidiyet mekanı oluyor. Dinin, dilin korunması, örneğin karma evliliklere mümkün olduğunca direnerek devamlılığın sağlanması zihinleri meşgul eden bir eksen oluyor.
Özel alan – kamusal alan
Yurttaşlık ve cemaat arasında gidip gelen Ermenilik halleri ilk bakışta evde ve sokakta farklı olmak, farklı davranmak gibi bir pratiği besliyor. Örneğin Ermenice her yerde kullanıl(a)mıyor; Ermenice dili evde aileyle ya da arkadaşlarla konuşulan, “özel bir alanın” dili olarak belirginleşiyor. Bu “ikili yaşam”, “şizofrenik” bir duruma işaret etse de, dolaylı bir sonuç yaratıyor. Belki Türkiye’de, başta islami kesimler -daha da çok, başörtülü kadınlar- olmak üzere kamusal alanda “oldukları gibi” davranma konusunda zorluklar ve yasaklarla karşılaşan kesimlerin tecrübesinde olduğu gibi farklı ve yaratıcı bir süreci besliyorlar. Paradoksal biçimde, “oldukları gibi” davranamayanlar, bizzat yaşadıkları bu tecrübeyle, sıradanlıktan çıkıp, Türkiye toplumunda alternatif düşünme potansiyelini yaşatıyorlar.
Kuşkusuz, bu yurttaşlık ve cemaat arasında, kamusal alan ve özel alan arasında gerçekleşen bu sarkaç hareketi her birey tarafından eşit olarak ve sorunsuz olarak yaşanan bir pratik değil. Çünkü sarkaç hareketi yorucu bir süreç ve bu yorucu süreç içinde vazgeçip, oyundan düşmek ve sarkacın bir ucunu ya da diğer ucunu silmek gibi bir sonuç yaratabiliyor. Şizofreniden çıkmak üzere, bu durumda ya cemaati ve özel alanda farklılığı yaşatma mücadelesinden vazgeçilip, tam anlamıyla “herkes gibi” olmak için çaba harcanıyor ya da cemaatin içine dönüp, yurttaş olmaktan vazgeçiliyor. Başka bir deyişle, ya görünmez olup, “mutlak sadakat” eşliğinde total bir asimilasyona ya da “getto”ya kaçılıyor. Ancak yenilgi anlamına gelen bu iki durum dışında başka bir seçenek daha kendini gösteriyor; bizzat sarkaç hareketinin kendisinin zenginliği bir “ses” olarak öne çıkıyor. Aynı anda Türkiye’de, Türkiye’nin kamusal alanında “yurttaş” olarak varolmak ve bu yurttaşlığı “Ermeni” olarak gerçekleştirmek üzere “interkültürel yurttaşlık” biçimleniyor.
Başka bir deyişle, kamusal alanda konuşamayan Ermenilik ya da cemaate kapanan Ermenilik yerine; dolayısıyla başkaları tarafından konuşulan Ermenilik yerine, kamusal alanda kendisi adına konuşan bir Ermenilik inşa oluyor.
İşte “19 Ocak”ın bu ikili süreci daha da belirgin kıldığı anlaşılıyor; Ermenilerin bir kısmı “tedirginlik”, “endişe”, ve “sinme” gibi duygu ve pratikleri yaşarken, aynı anda “kimliği sahiplenme”, “bilinçlenme” ve “cesaret” gibi “ses” olma arzusuna tekabül eden duyguları da ortaya çıkardığı anlaşılıyor.
Kimlik; benzerlik ve farklılık hakkı
İlk bakışta, araştırmaya göre, Ermenilerin siyasetle aralarında belli bir mesafe koyduğu izlenimi elde ediliyor. Çeşitli konularda tutum ve davranışları sorgulanan Ermenilerin “ilgilenmediğine”, sorulara “cevap vermek istemediğine” dair bulgular göze çarpıyor. Ancak bu ilk gözlemin arkasının oldukça başka değerlendirmeler yapılmasına izin verecek verilerle dolu olduğu anlaşılıyor.
“Sessizlik” görüntüsüne rağmen, Ermenilerin, örneğin, geçmişin gölgesi ve şimdilerde seküler milliyetçiliğin etkisi altında, devletin ya da resmi ideolojinin kalelerinden biri olarak CHP’ye daha yakın konumlanmış olmalarına rağmen, son dönemde AKP’ye ve daha da bariz olarak, kendilerine daha çok ses olabilecek bağımsız adaylara (Baskın Oran’a) yöneldikleri görülüyor.
Bu türden yeni bir siyasal davranışın yanısıra, Ermenilerin kendilerini tanımlamada kullandıkları “tireli kimlikler” (“Türkiyeli-Ermeni”, “Türk-Ermeni”, “Kürt Ermeni” vb) de benzer şekilde alternatif bir varoluşa, anlam inşasına, dolayısıyla farklı bir siyasallığın üretimine işaret ediyor.
Öte yandan, araştırma kapsamına giren Ermenilerin “aktif olarak siyasetle ilgilenmedikleri” yönündeki cevapları da başka bir anlam kazanıyor. Yani, evet, Ermeniler bilindiği, tanımlandığı şekliyle “siyasetle aktif olarak ilgilenmiyorlar”; ancak yaşadıkları tecrübe ve pratikler onların bizzat varlığını “siyasi” kılıyor. Özellikle gençler arasında daha bariz biçimde gözlemlenen “aynı anda birden çok boyut taşıma” kapasiteleriyle, hem sıradan ve anonim, hem yurttaş, hem cemaat hem de interkültürel özellikleriyle, bütün bu özellikler arasındaki sarkaç hareketiyle Ermenilik sürekli olarak yeni bir siyaset üretme kapasitesine sahip görünüyor. “Sıradan” olana uymayan her topluluk gibi Ermenileri de -bütün geri çekilmeleri, sadakatleri ve sesleriyle, “siyasi” görünen veya görünmeyen bütün özellikleriyle- “siyasi” bir topluluk olarak anlamak gerekiyor.
Son olarak, Ermenilerin ürettiği bu “siyaset”i özetlemek gerekirse şu söylenebilir: Ermeniler Türkiye toplumunda “benzerlik ve farklılık hakkını” aynı anda talep ediyorlar. Ve aslında Ermenilerin seslerini bulabildikleri ölçüde formüle ettikleri ve görünür kıldıkları bu talep, kuşkusuz bütün Türkiye toplumunun da taleplerine tekabül ediyor. Başka bir deyişle, Ermeniler Türkiye toplumunun kendi üzerine düşünmesi için bir ayna tutuyor.