“Türk Kimliğinin Demokratikleşmesi ile Ermeni Karşıtlığının Ortadan Kalkması Arasında Doğrudan Bir Bağ Var”

[ A+ ] /[ A- ]

akçam

Selami İNCE
Agos Gazetesi

Tarih profesörü Taner Akçam ABD Clark Üniversitesi’nde Holokost ve Soykırım konularında bilimsel çalışmalarını sürdürmekte. Prof. Akçam, hem Türkiye’de hem de dünyada 1915’te yaşananlar konusunda saygın bilim insanlarından biri olarak biliniyor. Taner Akçam ile Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan protokolü konuştuk.

Ermenistan ile Türkiye arasındaki son düzenlemeyle iki ülke arasında ‘olumlu psikolojik hava’ dışında hangi somut adımlar atıldı?

Şimdilik herhangi bir somut adım atılmış değil, ama bu çok önemli de değil. Çünkü süreç yeni başladı. Korkum odur ki, Karabağ konusunda herhangi bir ilerleme sağlanmazsa fazla bir somut adım da atılacak gibi gözükmüyor. Ortada tuhaf bir durum var ve bunu Türkiye yarattı. Protokolü okursanız, orada ilişkilerin hiçbir önkoşul olmadan başlayacağını görürsünüz. Şüphesiz, Ermenistan’ın, iki ülke arasındaki sınırları kabul etmesini, belki bir tarih komisyonu da dahil olmak üzere, bazı komisyonların kurulmasına onay vermesini ön koşul olarak da okuyabilirsiniz.

Ama, bu protokolde diplomatik ilişki kurulmasını ve sınırların açılmasını Karabağ sorununa bağlayan hiçbir madde yok. Fakat Türkiye, defalarca, Karabağ sorunu çözülmeden sınırları açmayacağını ilan etmiştir. Yani, Türkiye şu anda imzaladığı bir protokolü çiğneyeceğini açıkça söylemiş bulunuyor. Karabağ’da bir ilerleme sağlanmazsa, Türkiye’nin bu açmazdan nasıl kurtulacağını bilemiyorum. Eğer Türkiye, kendisini Azerbaycan’ın kölesi olmaktan bir an önce kurtarmazsa tuhaf bir skandalın ortaya çıkması ihtimali de var. Bir devlet, nasıl olur da kendisini bir başka devletin ipoteği altında bu kadar sokabilir, kendi elini ayağını bu kadar bağlayabilir, anlayabilmiş değilim.

Gelişmeyi genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye açısından bu protokollerin anlamı ne?

Türkiye’nin protokole bağlı kalacağını ve sınırların açılacağını varsayarsak, 10 Ekim 2009 tarihini bir dönüm noktası olarak görebiliriz. Bu tarih itibarıyla, Türk-Ermeni ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemi ‘geri sayım dönemi’ olarak adlandırmak isterim. Geri sayım nerede ve ne zaman bitecektir bilemem ama protokolün imzalanması ile, Türkiye’nin 1915 konusunda bir şeyleri kabul etmesinin geri sayımı kesin olarak başlamıştır. Gorbaçov’un, glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikaları nasıl SSCB’nin sonunu getirdiyse, bu protokol de Türkiye Cumhuriyeti’nin 1915 konusunda izlediği inkâr politikalarının sonunu getirmiştir, getirecektir.

Ortada henüz hiçbir şey yokken, özellikle Ermeni çevrelerde derin bir kuşku ve endişe söz konusu iken bunları söylüyor olmam şaşırtıcı gelebilir, ama bu nedenle de tekrar etmek isterim: Yusuf Halaçoğlu, Gündüz Aktan, Şükrü Elekdağ dönemi sona ermiştir, kapanmıştır. 90 yıllık inkâr politikası bitmek üzeredir. Protokollerle birlikte bu politikanın iflasına imza atılmıştır. Mesele çok basittir, Türkiye eski bildiklerini tekrar etmeye devam etmek niyetinde ise, zaten yapılanların bir anlamı yoktur ve bu protokolü şimdiden çöpe atabilirsiniz.

Bundan sonraki süreç esas olarak, Türkiye’nin neyi, nereye kadar kabul edeceği etrafında dönecektir. Önümüzde, ‘Japonya-Almanya sarkacı’ diye tanımladığım geniş bir seçenekler bütünü duruyor. Japonya örneği, sıradan, yarım-ağız bir “Kusura bakmayın” tutumuna denk düşer. Japonya’nın II. Dünya Savaşı sırasında işlediği suçlar karşısında takındığı tavır gibi, Türkiye de, 1915’te Ermeni vatandaşlarına kötü bir şeyler yapıldığını kabul eder ve bundan dolayı özür diler. Ama bu özrün ne Türkiye’nin demokratikleşmesine, ne de geçmişin acılarının sarılmasına ciddi yararı olur. Ermenileri için böyle bir tutumun ‘anlamsızlığa’ denk düşebileceğini bile söyleyebilirim.

Ya da Türkiye, Almanya’nın Nazi cinayetleri konusunda izlediği yolu takip eder; 1915’in soykırım olduğunu kabul eder; tarihle yüzleşmeyi Türkiye’nin demokratikleşmesinin önemli bir unsuru haline getirir ve geçmişte acı çekmiş insanların acılarını giderebilecek, çeşitli sosyal, kültürel ve maddi tazminat ödemelerinin kapısını açar; hatta 1915 felaketinin oluşmasında onların da rolü olduğunu bilerek, sürece Avrupa’yı ve Rusya gibi büyük devletleri de dahil eder. Bu iki ucun arasında nerede duracağımızı şimdiden kestirmek zor. Artık tarihle yüzleşme, politikanın ve uluslararası diplomasinin doğrudan sorunu haline gelmiştir.

Protokoller Ermeniler için ne anlama geliyor? Türkiye gerçekten geçmişte izlediği çizgiyi değiştirecek mi?

Ermenistan açısından sınırların açılmasının ekonomik, sosyal ve politik faydaları var. Ermenistan kuşatılmışlık duygusundan kurtulacak ve Batı’ya daha çok yaklaşacaktır. Bunun, Rusya’nın Ermenistan üzerindeki etkisini azaltma gibi bir sonucu da olabilecektir. Ayrıca, iki ülke insanı arasında doğrudan ilişkilerin gelişmesi, tarihe ilişkin sorunların da çözülmesinin önünü açacaktır. Hrant’ın inandığı da buydu.

Doğrudur, tarihe ilişkin sorun itibarıyla, Ermeni çevrelerinde şimdilik derin bir bekleyiş ve güvensizlik duygusu söz konusu. Genel olarak Türkiye’nin bu alanda ne kadar ciddi ve güvenilir olduğunu gözlemek isteyeceklerdir. Maalesef, protokolün imzalanması sırasında bu güveni veremedi Türkiye, ve hâlâ eskiyi tekrar edeceği intibaını uyandıran bazı sinyaller de gönderiyor. Şu anda en temel sorun güvendir.

Bu güvensizliğin ana kaynağı sadece Türkiye’nin geçmişte sergilediği tutumlar değil. Türkiye’nin, protokolün ruhuna aykırı bir tutum ve eylem içinde olması da, eskiden beri var olan güvensizliği pekiştiriyor.

Protokol ile Türkiye’nin tutumu arasındaki çelişkiye gelince; Türkiye, bir ‘tarihçiler komisyonu’ önerirken, aslında bir varsayımı esas alıyor, ve üçüncü tarafları da esas olarak bu varsayım ile ikna etmeye çalışıyor. Aslında ikna edici, inandırıcı bir boyutu olan bir argüman bu. Diyor ki Türkiye, “Bir komisyon kurulsun, tarihi belgelere baksın ve buna dayanarak bize tavsiyelerde bulunsun, biz de ona göre davranalım.” Yani, Türkiye, kendisinin alacağı tutumun, vereceği kararın komisyonca yapılacak tavsiyelere bağlı olacağını ilan ediyor. “Oluşturulacak komisyon ne derse kabulümdür” tezini savunuyor gibi bir görünüm var, ama günlük politikaları ve tutumu, vermek istediği bu havanın tam tersi…

Hâlâ bazı devlet yetkililerimiz ‘90 yıllık yalan türküsü’nü devam ettiren demeçler veriyorlar. Hâlâ, “Asılsız Ermeni Soykırımı’ iddialarına karşı faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlarımız var. Ortada, hem “Komisyon karar versin” diyen, hem de tüm bakanlıklarının internet sayfaları hâlâ ‘sözde Ermeni soykırımı iddiaları’ ile dolu olan bir hükümet var. Hem “Bu meseleye politikacılar değil, tarihçiler karar versin” diyen, hem de hâlâ, devletinin en tepesinde, Milli Güvenlik Konseyi’ne bağlı ‘Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu’ adlı bir kuruluşa sahip bir hükümet var. Bu tablonun çok inandırıcı gözükmediğini kabul etmek gerekiyor. Ortadaki bu çelişki giderilmeden, Türkiye’nin ciddi bir güven verebileceğini zannetmiyorum.

Komisyon işlerinden çok daha önce, Türkiye hükümetinin, eskiyi basit bir biçimde tekrar etmek istemediğini gösteren ciddi bazı adımları atması şart. MGK’ya bağlı komisyonun dağıtılması; 301. Madde’ye bağlı olarak, ‘soykırım’ kelimesini kullananların aleyhine açılan davalara son verilmesi; Genelkurmay’ın ve bakanlıkların internet sayfalarından ‘asılsız soykırım iddiaları’ ile ilgili sayfaların çıkarılması gibi, atılabilecek onlarca adım var…

Geçmişte, ‘Diaspora’nın ‘kötü’ ile eşdeğer kullanılmasına itiraz etmiştiniz. Ancak basın bu sefer de Diaspora’dan oldukça negatif bir biçimde, çok söz etti. Basının tutumunu ve Diaspora’yı nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Basının bu konudaki tutumu çok üzücü. Diaspora ile MHP’yi eşit düzeyde gören yayınlar yapılarak Diasporaya Ermenilerine saygısızlık edildi; bu konuda çok ayıp edildiğinin bilinmesi lazım.

Diaspora’yı düşman gören ve ötekileştiren bu tutum basınla sınırlı değil; ilerici, solcu ve liberal sayılan çevrelerde de egemen. Kökleri oldukça derin olan bu tutumu, Ermeni olan her şeyi, kelimenin gerçek anlamıyla küçümsemek, Ermenilere karşı tuhaf bir şımarıklık ve saygısızlık olarak da tanımlamak mümkün. Bütün bunların üstüne, bir de, gerçek bir cahillik biniyor. Belki de kendini çok kuvvetli hisseden ve zaten zafer kazanmış olduğuna derinden inanan birisinin, zayıf ve çaresiz, yenildiğini bildiği öteki karşısındaki küstahlığı bu. Biliyorum, kullandığım kelimeler çok ağır. Tüm basını ve aydınları kapsayacak tarzda genellemek de istemem, ama böyle kuvvetli bir damarın var olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bir örnek vereyim: Armenian Weekly, Boston’da, İngilizce yayımlanan haftalık bir gazetedir, ama internet üzerinden her gün yenilenmektedir. Bu gazete, Taraf dahil, Türk basını ve entelektüellerinin neredeyse, bir tek ana-avrat küfretmediklerinin kaldığı Taşnak çevresinin gazetesidir. Gazetede düzenli ve sistemli olarak, protokol üzerine, protokolün lehine ve aleyhine yazılar çıkmakta, ciddi analizler yapılmakta, tartışmalar sürdürülmektedir. İngilizce olduğu için de, kimse “Ermenice bilmiyoruz” bahanesi arkasına sığınamaz; rahatlıkla takip edilebilir. Gazetede Ayşe Günaysu, Eren Keskin gibi aydınlarımız da düzenli olarak yazmaktadırlar. Gazete, ayrıca, elinden geldiğince, okurlarına Türkiye’deki tartışmaları da aktarmaktadır. Ermenistan hükümetine daha yakın duran diğer gazeteleri, dergileri saymıyorum bile. Şimdi kaç entelektüelimiz, kaç basın mensubumuz bu gazetelere bakıyor, buradaki tartışmaları takip ediyor ve bunlara dayanarak analiz yapıyor dersiniz?

Ortada öyle bir hava var ki, bizimkiler, Ermeni Diasporası’nı Ermenilerden daha iyi biliyorlar! Oralarda neler olduğuna, neler konuşulup tartışıldığına bakmadan yargıda bulunmaktan, hükümler vermekten çekinmiyorlar. Bir tuhaf ‘burundan kıl aldırmama’ durumu var. Basın ve aydınlarımızdaki, ‘aşırı şımarıklık’ olarak tanımlayacağım bu tutum nasıl açıklanır, bilemiyorum.

Ermenistan ile Diaspora arasında bir fark yok mu? Diaspora daha çok yekpare bir blok olarak hareket etmiyor mu?

Geçmişte savunduğum fikri tekrar edeyim: 1915 konusunda takınılacak tutum konusunda, Ermenistan devletini ve Ermeni Diasporası’nı iki ayrı uç olarak tanımlamak doğru değildir. 1915 konusundaki farklı tutumlara ilişkin ayrım çizgisini Diaspora ile Ermenistan arasında çizmek yanlıştır. Bu ayırımın üstünden fayda sağlamak isteyen bir siyasi tutum çok başarılı olmaz. Son olaylar da, bu konudaki tespitimin doğru olduğunu gösterdi. Hem Diaspora’da hem de Ermenistan’da protokole karşı gösteriler oldu; her iki coğrafyada da protokolü destekleyenler ve karşı çıkanlar var. Yani ne Ermenistan ne de Diaspora yekpare bir blok.

Diaspora’daki gösteriler, esas olarak gelişmiş ülkelerin merkezlerinde, Batı medyasının gözünün önünde olduğu için daha fazla dikkat çekti; örneğin Yerevan’da 60 bin kişinin katıldığı gösteriye kimse pek itibar etmedi. Diaspora’nın gösterilerde daha aktif görünmesinin iki önemli nedeni daha var: Birincisi, Taşnakların Diaspora’da Ermenistan’a göre daha örgütlü ve daha geniş bir kitle tabanına sahip olması. İkincisi ise, bu gösterilerin, protokolü destekleyen çevrelere de hâkim olan bir endişeyi seslendiriyor olması.

Herhangi bir kamuoyu yoklaması yapılmadı, yapıldıysa da ben bilmiyorum ama ABD diasporasında çoğunluğun protokolü desteklediğini söyleyebilirim. Fakat bu destekleyenler de dahil, insanların son derece ciddi kuşku ve endişe içinde olduklarını da eklemek isterim. Gösteri yapanlar, esas olarak bu endişelere sesleniyor, ve bu nedenle de, protokolü destekleyenler tarafından özel bir tepkiyle değil, anlayışla karşılanıyorlar.

Nedir bu kuşku ve endişeler? Neye itiraz ediyorlar?

ABD’deki itirazları üç temelde toplamak mümkün: Karabağ’da taviz; Türkiye-Ermenistan sınırının tanınması; tarihçiler komisyonu… ABD’de gösterilere geniş kitlesel katılımı sağlayan, esas olarak üçüncü noktadır. Ve yine Türk basını es geçti ama Ermenistan Cumhurbaşkanı, Diaspora’da yaptığı görüşmelerde, tarihçiler komisyonu konusunda teminat verdi. “1915 bir soykırım mıdır?” sorusuyla uğraşacak bir komisyonun kurulmayacağı, hatta kurulacak komisyonun ‘tarihçiler komisyonu’ olmayacağı konusunda yazılı ve sözlü açıklamalarda bulundu.

Özetle, yaşananları, protokole karşı çıkışlarda en kuvvetli damarlardan biri olan ‘adalet’ damarını görmeden anlamak ve açıklamak doğru olmaz. ‘Adalet arayışı’ temelli bu gösteriler nedeniyle Diaspora’yı MHP ile eşitlemek ise gerçek bir saygısızlık ve terbiyesizlik. Benim bu konuda basınımıza ve aydınlarımıza naçizane tavsiyem, konu hakkında kalem oynatırken en azından Armenian Weekly, Armenian Reporter ve Armenian Mirror Spectator gibi İngilizce dergileri izlemeleri.

Daha önce “Bu yol almanın içinde Ergenekon soruşturma ve tutuklamalarının çok özel bir yeri var” diye yazdınız. Neden?

Aslında bu nokta, basın ve aydınlarımıza egemen olduğunu ileri sürdüğüm, Diaspora’yı düşman telakki eden dil ve tutumu anlamak açısından çok önemli. Ergenekon iddianameleri dikkatle okunursa görülecektir ki, örgüt, siyasi-ideolojik eksenini Ermeni düşmanlığı temelinde kurmuştur. Özellikle kamuoyu yaratabilmek ve kitlesel katılım sağlayabilmek için düzenlenen politik eylemlerin çoğu, 1915 Soykırımı aleyhine ve Ermeni düşmanlığı temelindedir.

Rauf Denktaş’ların başını çektiği, çok sayıda siyasetçi ve bilim adamının yer aldığı Talat Paşa komiteleri; Türkiye’de ve Avrupa’nın başkentlerinde düzenlenen yürüyüşler; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’i anma toplantıları; İstanbul’daki Ermeni konferansımızı baltalama girişimleri; Hrant Dink başta olmak üzere aydınlar aleyhine sürdürülen kampanyalar; Hıristiyanlara yönelik siyasi cinayetler; 301’den açılan davalar…

Hepsi, hepsi Ergenekon tarafından gündeme getirilmiştir. ABD’de benim aleyhime yıllarca sürdürülen kampanyalar, doğrudan İstanbul’dan, Ergenekon üyeleri tarafından organize edilmiştir. Nasıl ki Naziler Yahudi düşmanlığı ekseninde kurulmuş bir siyasi yapı idi, Ergenekon da anti-Ermeni eksenli bir siyasi örgüttür. Ergenekon’un, 1915 Soykırımı’nı ve Ermeni düşmanlığını örgütün siyasi ve ideolojik faaliyetlerinin ana ekseni olarak seçmiş olması üzerine ciddi olarak düşünülmesi gerekir.

Demek ki örgüt, burada toplum içinde kuvvetli bir damar bulacağını biliyor. 1915 Soykırımı’nın inkârı ve Ermeni düşmanlığı ile toplumdan destek bulacağını hesap ediyor – tıpkı Nazilerin Yahudi düşmanlığı ekseninde Alman toplumunda bulduğu gibi… Ergenekon’un keşfettiği ve üzerine oynadığı bu büyük damarın, çok ince kılcal damarlarla tüm vücudumuzu sardığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Basınımıza ve aydınlarımıza egemen Diaspora düşmanlığı, günlük hayatımızda kullandığımız Ermeni düşmanı deyim ve sözcükler, bu kılcal damarlardandır.

Ayrıca, Türkiye bugün otoriter (belki de ilk dönemleri itibarıyla totaliter) bir devlet yapılanmasından daha demokratik bir devlet yapılanmasına geçiş süreci yaşıyor. Bu süreçte otoriter geleneğin, 1915 Soykırımı’nın inkârı ve Ermeni düşmanlığında şekilleniyor olması çok önemli ve anlamlıdır. Bu, bize çok önemli bir gerçeği daha hatırlatıyor:

Türkiye’de otoriter bir siyasi yapının oluşturulması ile 1915 Soykırımı’nın inkârı ve Ermeni düşmanlığı arasında kuvvetli bir bağ var. Bu bağ bize, Türk ulusal kimliğinin oluşturulması ve şekillenmesi ile Soykırım ve Ermeni düşmanlığı arasında kuvvetli bir ilişki olduğunu hatırlatıyor. Basına ve aydınlarımıza egemen olan tutumun bu bağ ile doğrudan ilintili olduğunu düşünüyorum. Hrant’ın, aslında Ermeniler için kullandığı “kandaki zehir” benzetmesini burada kendimiz için kullanabiliriz. Soykırım ve Ermeni düşmanlığı Türk ulusal kimliğinin kanındaki zehirli kısımdır ve Ermenilerle her karşılaşmada bu zehrin azalma sürecini, temizlenme sürecini de yaşayacağız. Türk kimliğinin demokratikleşmesi ile anti-Ermeniliğin ortadan kalkması arasında doğrudan bir bağ var.

Ulusal kimlik ile Ermeni düşmanlığı arasında bu denli kuvvetli bir bağ varsa, Türkiye bu açılımları niçin yapıyor?

Türkiye, herhangi bir ‘geçiş toplumu’nda gözlenebilen şeyleri yaşıyor. Totaliter veya otoriter bir toplumdan, demokratik bir topluma geçiş sürecinden söz ediyorum. Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da, Afrika’da onlarca ülke benzeri süreçlerden geçiyor. Ve konu sadece devletin değil, toplumun da demokratikleşmesi ile doğrudan ilgili olduğu için son derece ağır ve sancılı geçecek.

Tüm diğer örneklerinden de bildiğimiz bir genel kural var: Toplum ve devlet düzeylerinde demokrasiye geçiş ile yönetici elitlerdeki değişim arasında doğrudan bir ilişki vardır. Eğer rejim esas olarak, eski rejimin temsilcileri ile uzlaşarak demokrasiye geçiyorsa, açılım daha sınırlı olur. Yönetici elit içinden eski rejim temsilcileri tavsiye edilebilirse, hem daha demokratik bir devlet yapılanması kurulabilir, hem de toplum düzeyinde geçmişle daha açık bir hesaplaşma yaşanabilir. Yan, halkımızın deyimiyle, “Ne kadar ekmek, o kadar köfte”…

Türkiye, geçişi esas olarak eski rejimle uzlaşarak yaşayan ülkeler kategorisine giriyor. Hatta otoriter sistemlerden demokrasiye geçiş toplumları içinde Türkiye belki de uzlaşma ekolünün en başını çekiyor. Eski rejim çok fazla hırpalanmadan, bu eski rejimin temsilcilerinin başına büyük soruşturmalar açılmadan yaşanan bir süreç var. Eski rejimle uzlaşma stratejisini AKP ve Genelkurmay ilişkilerinde gözlemek mümkündür. Ergenekon ve faili meçhuller konusunda açılan davalar bile, esas olarak, bu uzlaşmanın sonucu olarak gündeme gelmişler gibi gözüküyor.

Ermenistan ve Diaspora’ya saygı şart

Tarih komisyonunun kurulmasıyla Soykırım’ın tartışılır hale gelmesi, sınırların tanınıyor olması ve Ermenistan’ın toprak tazminat taleplerinden vazgeçmiş olması gibi yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önce toprak talebi konusunda bir şey söylemek isterim: 1999 yılıydı; Los Angeles’a davet edilmiştim. Amerika’ya ilk ziyaretimdi. Hayat hikâyem üzerine yapılmış ‘Wall of Silence –Sessizlik Duvarı’ adlı bir belgesel gösterilecek ve ben de bir konuşma yapacaktım. Beni davet edenler, Taşnakların oldukça uzağında siyasi eğilimleri olan insanlardı.

Konuşmamda, “1915’i bir toprak ve sınır sorunu olarak değil, bir insan hakları sorunu olarak tartışmak, mevcut sınırları sorgulamayan ve sınır sorununun esas olarak kapanmış olduğunu kabul eden bir anlayışa sahip olmak gerek” mealinde bir şeyler söylemek istedim. Daha yeni tanıştığım sevgili dostum Hraç, “Taner” dedi, “bunu söyleme. Anlıyorum, esas olarak haklısın, kimse de bu konuda hayalci değil. Ama bunu tekrar edersen, buradaki insanların hayallerini yıkarsın. Toprak meselesi basit bir milliyetçilik değil, Ermeni insanını geçmişe bağlayan, duygusal bir bağdır da. ‘Bu iş bitmiştir’ dediğinde büyük bir duygusal yıkıma yol açıyor.” Ben sonuçta söylemek istediğimi söyledim elbette, çünkü neye inanıyorsam onun bilinmesini istiyordum.

Bu örnekle anlatmak istediğim şu: Toprak talebinin Ermeni kimliği ile ilişkili, onlara, zorla kovuldukları anayurtlarını hatırlatan, duygusal bir tarafı da var. Politik ve pragmatik nedenlerle bu talebin anlamsızlığı ve yanlışlığı elbette ileri sürülebilir, ama sorunun bu boyutunu da akılda tutmakta fayda vardır.

Onun dışında, tarihle yüzleşme ve Soykırım konularında, Ermenistan ve Diaspora eksenli bir ayrımın yanlış olduğu fikrimi tekrar etmek isterim. Ne Ermenistan, ne de Diaspora Soykırım’ın tanınması talebinden vazgeçer. Ancak bu tanınmanın nasıl olması gerektiği konusunda bir farklılaşma yaşanır. Bu farklılaşma da, Diaspora-Ermenistan ekseninde değil ama, her iki coğrafyayı da ortasından bölecek şekilde yaşanır. İki uç eğilimi tanımlamak da mümkündür. Her iki uç eğilimin ortak paydası, 1915’in bir suç olduğu ve bu suç için özür dilenmesinin şart olduğudur. Bir eğilim bu suçun ‘insanlık suçu’ olarak tanımlanmasını yeterli bulabilirken, diğer eğilim bu suçun ancak ve ancak ‘soykırım’ olarak tanınmasını isteyebilir. Bir diğer farklılaşma da tazminat konusunda ortaya çıkabilir. Bir eğilim özür dilenmesini kâfi bulabilir; diğer eğilimler de tazminatın boyutu ve kapsamı konusunda değişik görüşler ileri sürebiliriler.

Benim tahminim, Ermenistan hükümetinin Diaspora’yı da bu sürece ortak edeceğidir. Diaspora esas olarak Soykırım’ın ürünüdür ve bu nedenle Soykırım konusundaki bir tartışmanın ve bunun sonuçlarının giderilmesinin doğrudan tarafı olmak isteyecektir. Almanya-İsrail görüşmelerinde 1950’li yıllarda böyle olmuştu. İsrail, Yahudi Diasporası’nı içeren bir mekanizma kurmuştu. Benzeri bir adım Ermenistan tarafından da atılabilir.

Neresinden bakarsak bakalım, artık ‘geri sayım’ başlamıştır, ve benim konuyla ilgilenen herkese tavsiyem, Ermenistan’ı ve Diaspora’yı, kendisi ile eşit ve eşdeğer gören, bu çevrelere saygı gösteren ve tutumlarını anlamaya çalışan bir çizgi geliştirmeleridir.

“Ermenilere bir şeyler borçluyuz”

“Soykırımın tanınması talebinin ileri sürülmesinde ‘kötü’ olan bir şey yoktur. Bu son derece demokratik bir taleptir” diyorsunuz. Bu sadece fikir özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilecek bir söz mü?

Soykırım’ın tanınması talebinin fikir özgürlüğü çerçevesinde ele alınması doğru değil. Elbette, insanların bu tür talepleri ileri sürmelerinde özgür olmaları gerekir. Fakat mesele, geçmişte yaşanmış bir hatanın düzeltilmesi meselesidir; bir ‘özgürlük’ değil, bir ‘adalet’ meselesidir. Birine bir haksızlık yapmışsınız, ortada bir adaletsizlik var. Şimdi o insana “İşte kardeşim, bu haksızlığı, bu adaletsizliği özgürce dile getiriyorsun; daha ne istiyorsun?” diyerek meseleyi halledemezsiniz. Sorun şudur: Tarihte yaşanmış bu adaletsizliği gidermek için ne öneriyorsunuz?

Geçiş toplumlarının temel sorunlarından biri olan bu sorun, ‘geçiş dönemi adaleti’ kavramıyla ifade edilir. Otoriter sistemlerden demokratik yapılara geçen toplumlarda, geçmişin haksızlıklarının giderilmesi konusunda gündeme gelecek ‘adalet’in sınırları ne olacaktır? Bu konuda, birbirini dışlamayan iki temel yaklaşım var. Biri, ‘cezai adalet’ fikri. Burada ana hedef failler grubudur. Yani, haksızlıkları yapan insanları hedef alır, hapse atar, yargılarsınız. Şu anda Türkiye’de faili meçhullerden sanık subayların yargılanması gibi…

İkincisi, ‘yapıcı adalet’ anlayışı. Burada esas olarak kurban grubunu hedef alırsınız. Hakikat komisyonları veya tazminat komisyonları biçiminde çeşitli girişimlerde bulunur ve esas olarak kurbanların yaralarını sarmaya yönelik, ekonomik, psikolojik, sosyal ve moral girişimlerde bulunursunuz.

Bu noktada Türkiye’de sıkça dile getirilen bir teze dikkat çekmek isterim. Deniyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamı değildir. T.C. 1923’te kurulmuştur, dolayısıyla 1915’te yaşananlardan mesul tutulamaz.” Bu düşünceyi savunanlar, 1915’in kabul edilmesine bile sıcak bakabiliyorlar. “‘Osmanlı yapmıştır, kusura bakmayın’ densin ve bu işin bizi hiç bağlamadığı ileri sürülsün” deniyor. Bana bu tartışma çok gereksiz ve lüzumsuz geliyor. Bugün hemen her devlet kuruluşumuzun, kuruluş yıldönümünü Osmanlı’dan başlayarak kutlamakta bir mahsur görmediğimiz için “Osmanlı’nın devamı değiliz” düşüncesinin yanlış olduğunu ileri sürdüğüm zannedilmesin.

Sorun şudur: Farz edelim ki 1915’te soykırım falan olmadı, Ermeniler de öldürülmedi. Hatta Osmanlı Hükümeti, Ermenileri, dağlık ve soğuk bölgelerden, Florida gibi güneşli ve güzel yerlere yolladı, diyelim… Yaklaşık iki milyon insan, evlerini, eşyalarını, tarlalarını, kiliselerini, iş yerlerini, bankalardaki paralarını her şeylerini ama her şeylerini bırakarak gitti. İnanması zordur, ama doğrudur; hatta, alacaklarını tahsil etmelerine müsaade edilmeden yollandılar. Hükümet, kanun ve kararnamelerle, Ermenilere ait taşınır ve taşınmaz tüm malların kendisine ait olduğunu ilan etmekle kalmadı, Ermenilerin alacaklarını bile kendisinin tahsis edeceğini hükme bağladı ve Ermenilerin ellerindeki çek ve senetlerin toplanmasını emretti.

Şimdi, tüm Türkiye, bu soygunun, bu hırsızlığın üzerinde oturuyoruz. Ben bu hırsızlığı dile getirdim diye bu meseleyi bitmiş mi sayacağız? Bu büyük soygun, bu büyük adaletsizlik nasıl giderilecek? Öldürülen, imha edilen insanları bir kenara bırakın, bugün Ermenilere bir şeyler borçlu değil miyiz?

Dolayısıyla, meseleyi, fikir özgürlüğü değil, büyük bir adaletsizliğin giderilmesi meselesi olarak tartışmak gerekir.