“Bu Tortuyu Temizlemek Çok Zaman Alır”

[ A+ ] /[ A- ]

Aris NALCI
Agos Gazetesi

Tarih Vakfı’nın öncülüğünde yürütülen ‘Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi’nin ikincisi geçtiğimiz ay tamamlandı. 12 Mart Perşembe günü bir basın toplantısıyla sonuçları açıklanacak olan rapor, ‘Sarı Gelin’ DVD’sinin okullara dağıtımı ve gösterimiyle başlayan tartışmaların hemen ardından, gündemde çokça yer alacağa benziyor.

Eğitim sisteminde insan hakları ihlallerini tespit etmeyi amaçlayan raporun yazarlarından, tarih öğretmeni Mutlu Öztürk, tarih kitaplarındaki sorunlar üzerine incelemelerde bulunmuş. ‘Tarih kitapları’ ve ‘sorun’ sözcükleri yan yana gelince hemen akla düşen ‘Ermeniler’ başlığı da raporunun önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Tarih Vakfı ve Avrupa Tarih Öğretmenleri EUROCLID Birliği üyesi Toplumsal Tarih Dergisi yayın kurulunda ve Eğitim-Sen’de görev alan Mutlu Öztürk ile, hazırlanan rapor, Türkiye’de tarih eğitiminin amaçları ve sorunları üzerine konuştuk.

• Bu projede neden yer aldınız? Neler yaptınız?

Öncelikle öğretmen olduğum için bu projede yer aldım. İkincisi, Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi’nin (DKİH) ilk koordinatörlerinden biriyim. Kitapları incelerken kullanmamızın uygun olduğunu düşündüğümüz ölçütleri bir grup akademisyenle birlikte kaleme aldık. Üçüncüsü, ders kitaplarının bu tür bir analize çok ihtiyacı olduğunu öğretmenliğe ilk başladığımdan beri biliyorum. Türkiye’de ders kitaplarından mızmızlanma düzeyinde daima şikâyet edilir, ama sorunların derli toplu bir kataloğunun çıkarılması ve herkesin durumun vahametini görüp “Aman Allah’ım, neredeyiz!” demesi önemliydi.

Batı’da neredeyse özel bir akademik çalışma alanı bu. Ders kitabı toplumun kendisini görmek istediği aynadır, aynı zamanda farklı toplumsal ve politik güçlerin bir tür konsensüsü. Ders kitapları, son yüzyılda ciddi bilimsel analizlerin konusu oldu. Oysa Türkiye’de bu çalışmayı yapması umulabilecek kişiler hep atıl kaldı. 70’lerin ortasında Felsefe Kurumu’nun başlattığı çalışmalar var, Tarih Vakfı’nın 90’larda yaptığı çalışmalar var, ama bu tür bir analitik çalışma, bir dokümantasyon girişimi kolay kolay olmadı.

• Tarih eğitimi dünyada nasıl, Türkiye’de nasıl? Sizce nasıl olmalı?

Proje aslında kitaplarda ne tip sorunlar olduğunun saptanması yönünde çalıştı. Bunu bilinçli olarak seçtik. İnsanların “Yanlışları saptamak yetmez, bunun yerine ne olması gerektiğini söyleyin” diyeceklerini biliyorduk, ancak bunların sistematik bir şekilde saptanması, ileride yenilerinin yazılması için de bir temel oluşturuyor. Bu yüzden de “tarih eğitimi nasıl olmalı”dan ziyade “nasıl olmamalı”yı irdeledik.

Burada iki temel yaklaşım görüyoruz. Okul, tarih dersi ilk ortaya çıktığından beri, ulus-devlet teorisinden yola çıkarak öğrencileri savaşa hazırlar. Rakel Dink’in deyimini kullanırsak, eğitim zamanla, bir bebekten katil yaratma sürecinin ciddi bir parçası haline geldi. Çocukları milli beraberlik duygusu ve ulusal şişirmelerle başka halklara yönelik horlama, mümkünse nefret duygusuyla yetiştiren ders kitaplarına dünyanın her yanında rastlanır. Ama 1945 sonrası Avrupa’nın, AB projesine girişirken ve 2. Dünya Savaşı’ndan kendine sonuçlar çıkarırken el attığı ilk mesele ders kitapları oldu. Ders kitapları, Avrupa’nın birçok ülkesinde bizdeki problemlerden (ulusçu şovenist söylemlerden) olabildiğince arındırıldı. “Avrupa’da tarih artık savaşa değil barışa hizmet ediyor” demek istemiyorum ama sonuçta, o kitaplarla bizim ders kitaplarımızı yan yana koyduğumuzda en az birkaç kuşaklık fark görüyoruz.

• Bu fark nerelerde ortaya çıkıyor?

Batı’daki kitaplarda öğretmenin esas işinin, artık endoktrinasyon olmadığını görüyoruz. Öğretmenin amacı, çocuğa geçmiş üstüne düşünmesini kolaylaştıracak pedagojik araçları sağlamak ve becerilerini artırmaktır. Dolayısıyla, öğrencinin derli toplu cümleler kurabilmesi, analiz yapabilmesi, belgeleri yorumlayabilmesi ve oradan da kendi söylemini kurması gibi bir yere geldi tarih eğitimi. Tarih öğretmeninin çocukların sınıfta yaptıkları tartışmaları organize eden kişi olması gerekiyor. Bugün dünyada tarih öğretimine baktığınızda karşılaştığınız söylemler bunlar. Bunlar çeşitli alt başlıklarla genişletilebilir. Bu listeyle bizi karşılaştırdığımızda, ortaya çıkan sonuç tam bir felaket.

Endoktrinasyon: Belirli tavırların ve inançların, bireylere, onların entelektüel otonomilerini ortadan kaldıracak ve akli melekelerini kullanmalarını engelleyecek şekilde aşılanması. Endoktrinasyon ortamlarında eğitim faaliyeti klasik anlamını ve fonksiyonunu yitirir; bütün eğitim faaliyetleri, özellikle metot itibariyle, beyin yıkamaya ve belli inanç ve kanaatleri kişilerin beynine yerleştirmeyi hedef alır.

bir tarih eğitimi sistemi var, bu anlamda da sürekli olarak karşımıza özne olarak “Türk Ordusu”, “Türk kadını”, “Türk erkeği” çıkıyor ve bu yapı içerisinde yer almayanlar (mesela azınlıklar) kendilerine tarih eğitiminde bir yer bulmaya çalışıyorlar sanki.

Bu tür bir doğallaştırmaya karşıyım, çünkü bunu daha farklı yapabilirdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Yani, bir kimliği tarif ederken bu kadar dışlayıcı davranmayabilirdi. Ermeni meselesi bu kadar hınç dolu cümlelerle ele alınmayabilirdi. Devlet en azından bir dönem susmayı tercih etmişti. Bu tercihinden sanırım 90’ların sonunda vazgeçti. Asılsız Ermeni Soykırımı İddialarıyla Mücadele Komisyonu’nun kurulması kritik bir dönüm noktasıydı. Bu komisyon gayrimüslimlere yönelik tarih söylemine de el attı, ve son ‘Sarı Gelin’ girişiminin kaynağında da bu strateji var. Tüm bunlar olmak zorunda değildi. Bu kadar saldırgan olmayan başka ulus-devlet örnekleri var; hatta Türkiye’de bile, ulus-devlet tarih söyleminin bu kadar saldırgan olmadığı dönemler oldu. Dolayısıyla, “Evet, ulus-devlet doğası gereği bunu yapıyor” demek, bunu haklılaştırmak mümkün değil. Ders kitaplarının arka planındaki zihniyet gerçekten bütün olarak çocuklara geçiyor olsaydı, bu memleket çoktan çözülürdü. Çocukların ders kitaplarını çok da ciddiye almaması, demokrat öğretmenlerin oluşturduğu mekanizmalar, Türkiye’de anti-şovenist bir yerde durmaya çalışan sivil toplum örgütlerinin bulunması bizim şanslarımız oldu. Bana öyle geliyor ki, sanki bir çete, memleketin ders kitapları dünyasını ele geçirmiş, 70 milyonluk bir toplumun ne olduğunu, bugüne nasıl geldiğini ve bundan sonra ne olmak istediğini hiç kale almadan, resmen çocuklarımızın beynini iğfal ediyor.

Bir ‘Türk mucizesi’

• Bu çalışma sonrasında karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Değişen kitaplarda açıkça ırkçı söylemlere rastlamak mümkün değil belki, ama acaba bu söylemlerin kelimeye dökülmemiş olması zihniyetin değiştiğini gösteriyor mu?

Açık, saf ırkçı bir söyleme hiç rastlamıyorsunuz. Kitabın herhangi bir yerinde çok doğrudan doğruya “kalleş Ermeniler” gibi bir ifade yok. Minimum ayrımcı ifade kullanılarak maksimum fayda elde eden bir Türk mucizesiyle karşı karşıyayız. Sonuçta öyle bir tarih sistemi var ki, çocuğun kafasında bir bütün olarak Ermeni halkı ya ‘hain’ ya ‘nankör’ ya da ‘terörist’ olarak çıkıyor karşımıza.

Aslında ders kitapları değişti, tarih müfredatı değişti. Değişen bazı kitaplara da baktık ve önümüzdeki dönemde neyle karşılaşacağımızın yanıtlarını bulduk; bu da bizi ürküttü. Eski kitaplarda “zararlı cemiyetler” diye doğrudan liste sunuluyordu. fiimdi çocuğa demokratik bir pedagoji ile karşı karşıyaymış gibi bir duygu yaşatılıyor. Önüne çeşitli malzemeler veriliyor. “Bil bakalım hangisi daha zararlı?” gibi, çok daha kötü bir sunum söz konusu. Eski endoktrinasyoncu hâkim söylemle başa çıkmak daha kolay çocuk açısından. Bir kere, o kafasında kurduğu fanusun dışına çıkmak için bir şans elde ettiğinde tüm o sihirli ayna paramparça oluyor. Ama bu yeni pedagojik yöntemlerle biraz daha derine işleyecek bir şovenizmle karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü arka planda yine 1970’lerde İbrahim Kafesçioğlu gibi kimselerin inşa ettiği o Türk-İslam sentezci, dolayısıyla ortaçağ değerlerini yücelten (fetih, ümmet ruhu, muhayyel bir Türklük) bir yaklaşım aynen devam ediyor, ama bu sefer daha modern bir pedagojiyle anlatma iddiasındalar.

• Bu aslında tarih kitaplarının belirli bir amaç doğrultusunda, önemli bir kurgu çalışması yapılarak çocuklara sunulduğunu da gösteriyor.

Evet. Yazanların buna inanıyor olması daha acıklı bir durum. Öyle bir yazarlar kitlesiyle karşı karşıyayız ki, başka bir anlatı olabileceğini tahayyül bile edemiyorlar.

Geçen gün fiişli bölgesi tarih öğretmenleri toplantısında ‘Sarı Gelin’ belgeselini gündeme getirdim. Orada bir arkadaşımız “Peki başka ne olacak ki? Onlar da böyle anlatıyor, biz de böyle anlatacağız” dedi. Bu çok sık rastlanan bir argümandır. Diyelim ki Yunanistan’daki ve Ermenistan’daki kitaplar beş para etmez bir ırkçılıkla dolu; bu sizin ırkçılık yapmanızı meşrulaştırmaz. Komşunun hırsızlık yapması ya da adi bir adam olması seni de adileştiriyorsa, sana da ahlaksız ve ilkesiz derler.

Her şeyden önce, çocukları birer diplomatik araç olmaktan çıkarmak lazım. Türkiye toplumu kendi tarih eğitimini nasıl yapacağını, komşu veya Batılı ülkelerin diplomatlarıyla yapacağı pazarlıklar sonucunda oluşturamaz. Biz çocuklarımıza geçmişimizi nasıl öğreteceğiz? Çocuklara bir yalanı mı anlatacağız? Onları kandırmalarına yardımcı mı olacağız? Yoksa, onları, büyümelerini sağlayıp gerçeklerle karşılaştıklarında analiz yapabilmeleri yönünde mi eğiteceğiz?

Bu her şeyden önce etik bir problem. Daha soğukkanlı bir analizci yetiştirmek varken, biz çocukların hepsini birer küçük politikacı, diplomat veya paşa olarak yetiştiriyoruz. Bu da çok temel bir paradigma değişikliği zorunluluğunu gösteriyor.

Biz tarih eğitimini endoktrinasyon amaçlı mı kullanacağız, yoksa çocuklarımızı kafası çalışır insanlar olarak yetişmek için mi kullanacağız? Burada alınacak karar, tüm bu problemlerin çözülmesi için de bir adım olacak.

Türk-İslam sentezi ve ordu-millet

• Kitaplardaki bu tavır, Cumhuriyet tarihine gelindiğinde iyice keskinleşiyor, özellikle İnkılap Tarihi kitaplarında…

İnkılap tarihine gelecek olursak, orada da karşımızda Cumhuriyetçi ve Kemalist olduğu iddiasındaki kitaplar çıkıyor. Ama kitabın hiçbir yerinde bu cumhuriyeti kuranların aslında Osmanlı Devleti’ni; yıkan adamlar olduğuna dair ve çocuğa hakiki bir cumhuriyetçilik olgusunun ne olduğunu fark ettirmeye yönelik hiçbir adım yok. Sanki binlerce yıllık kesintisiz devam eden (kopuşlar olduğu zaman da, dış ve iç düşmanlar yüzünden) bir hikâye anlatılıyor. Böyle bir durumda da çocuğun cumhuriyeti ve ulusal egemenliği kavraması mümkün değil. Dolayısıyla, kitaplarda Türkiye toplumunun çok kültürlülüğüne dair hiçbir iz olmaması bir problemse, hakiki bir cumhuriyetçi laik genç yaratma açısından da bir felaketle karşı karşıyayız. ‘Zikir pedagojisi’ diyorum ben buna.

• Sözcüklerin kullanım şekilleri de sorun yaratıyor mu?

Ortada bir kova var. Bu kovanın içine bir tutam Kemalizm, iki tutam şundan koymak durumu var. Ötekisi de geliyor, “İki tutam bundan değil de şundan koyalım; bir tutam da Marksizm olsun” diyor. Dolayısıyla, kavga sözcükler üzerinden yürüyor. Bu, geçen günlerde gündeme gelen bir örnekte de görülüyordu. Kitaplardaki bir haritanın kıyısında ‘Ararat’ kelimesi kaldığı için memleketin parlamentosu ayağa kalktı. ‘Ararat’ sözcüğü sadece Ermenice değil, kutsal kitaplarda yazan, muhtemelen Ortadoğu’nun kadim dillerinden gelen bir sözcük, ki zaten bilmiyorlar. Kaldı ki, Ermenice olsa ne olur? Türkiye toplumu içinde yaşayan ve tarihte de burada yaşamış bir halkın coğrafi isimlendirmesi nasıl olur da büyük bir tartışmaya dönüşebilir? Ders kitabı böyle bir düzlemde tartışıldığı zaman çıkış bulmak imkânsız. Yapılması gereken şey, komple bir zihniyet değişikliği. Çünkü meselemiz çocuğun beynine oturtacağımız bilginin şu veya bu olması değil ‘Nasıl bir yeni pedagoji kuracağız?’ meselesi. Dolayısıyla, tüm ders kitaplarının yapısını değiştirmemiz gerekiyor.

• Tarih haritalarında durum nasıl?

Dış dünya hiç yok kitaplarda. Ancak çatışma anlarında ortaya çıkıyor. Haritalar bu anlamda çok tipik. Senin bölgelerin renkli, onun dışında kalan bölgeler bembeyaz. “Anadolu’nun fethi” diyoruz, bomboş bir Anadolu’da at koşturan Orta Asya kıyafetleri giymiş insanlar görüyoruz.

Dolayısıyla, bu kitaplarda bir antik Yunan felsefesinden bahsetmek çok lüks kalıyor.

• Bu açıdan bakıldığında, öğrencilerin ‘tarihin korunması’ konusundaki bilinçsizlikleri de doğal. Bir öğrencinin Ani kentinin neden korunması gerektiğini bilmemesi sözünü ettiğiniz zihniyetin sonucu olsa gerek…

Hatta, bana kalırsa, satır aralarından öğrenciye “Bu niye var?” diye düşündürecek bir zihniyet bu. Kitaplarda, “Yaşadığın toprağı bir bütün olarak devral, koru ve gelecek kuşaklara aktar” diye özetleyebileceğimiz çağdaş sanat tarihi bilinciyle tabii ki karşılaşmıyoruz. Mimar Sinan ve Balyanlar bir yana, ancak İslamcı zihniyet çerçevesinde anlamlı bulunan şeyler miras olarak zikrediliyor.

• Siz öğrencilerle bire bir temastasınız. Onlar nasıl karşılıyor bu kitapları? Bu kitaplarla nasıl gelişiyor zihinleri?

Buradaki profil konjonktüre ve döneme göre değişiyor. Çocuklarımız, kitapların sandığı kadar zekâ yoksunu değiller. Kitapların, çocukların empati yönlerini köreltmeye yönelik o kadar uğraşına rağmen, sonuçta çocuklarımız kitapların istediği insan olarak çıkmıyorlar.

Ancak vahim durumlarla da karşılaşılmıyor değil. Geçtiğimiz günlerde kendi okulumda Demokrasi ve İnsan Hakları dersi sınavında (ki seçmeli bir ders ve her okul bu dersi açmak gereği hissetmiyor) Antik Çağ’da Darius’un yaptığı hükümet darbesinin ardından “Nasıl bir rejim?” sorusuna cevap ararlarken Heredot’un aktardığı metni sordum. Metinde, kişilerin kendi aralarındaki tartışmalar konu ediliyor: Monarşi, oligarşi ve demokrasi. Çocuklara bu metni vererek hangisinin insan hakları açısından daha az problem çıkaracağını sordum. Üç öğrencim, olması gerekenin monarşi olduğunu yazdı. Çok büyük bir oranda olmasa da, monarşinin gayet mantıklı bir yönetim olduğunu düşünmeye devam eden çocuklar var. Kitaplarımızdan bunların arındırılması bir yana, bir de antidot üretilmesi gerekiyor. Yoksa bu tortuyu temizlemek çok zaman alır.

Ders kitaplarından inciler

“Maniheizm et yemeyi yasakladığı için yeterince protein alamayan Uygurları hareketsiz kılmış, onların savaşçı yeteneklerini zayıflatmış.” (Tübitay Yay., Lise Tarih 1, 2007: 65)

“Türklerde domuz yetiştiriciliği hiçbir dönemde görülmemiştir” (Tübitay Yay., Lise Tarih 1, 2007: 82)

“Ermeni kaynakları, uzun saç örgüleri, ok ve yaydan oluşan silahlarıyla, Ermenilerin ilk Selçuklu akıncılarını hayranlıkla izlediklerini yazarlar.” (Tübitay Yay., Lise Tarih 1, 2007: 207)

“Azınlık ve yabancı okullarında sürekli Türk düşmanlığı fikirleri işleniyordu” (Önde Yay., Lise T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, 2006: 280)

“İstanbul’da azınlıkların refah, ülkenin sahibi olarak Türklerin ise yoksulluk içinde yaşadığına tanık olan Mustafa Kemal, ülkenin iyi yönetilmediğini daha iyi anlamaya başladı.” (Önde Yay., Lise T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, 2006: 276)

Tarih Ders Kitapları ve İnsan Haklarına Dair: Bazı Satırbaşları

Mutlu ÖZTÜRK

Ermeni SorunuDKİH-I ve II arasında lise Tarih ders kitaplarında fark edilen en çarpıcı değişim, gayrimüslim Anadolu halklarının “başına gelenlere” ayrılan sayfaların, yoğun insan hakları ihlalleri içeren koyu bir defansif milliyetçi zihniyetle yazılmış eklemelerle, ciddi oranda artmış olmasıdır. Tüm kitaplarda neredeyse aynı kalemden çıkmışçasına aynı cümlelerin kullanılması ise, konuyu izlemiş olanlar için şaşırtıcı değil, çünkü, Temmuz 2002’de 2538 sayılı Tebliğler Dergisi’nde yayımlanan ve “Talim ve Terbiye Kurulu’nun 14/06/2002 tarihli 272 ve 273 sayılı kararları ile kabul edilen ‘Ermeni, Yunan-Pontus ve Süryaniler’ ile ilgili konuların… Tarih dersi öğretim programlarında yer alması esastır,” kararı halen yürürlüktedir. Buna göre, lise boyunca süren bir “adil Türkler ve nankör ötekiler” teması ders kitaplarına yedirilmiştir. Milliyetçi bakış, tarihaşırı bir milli öz’ü elbette sadece kendisine özgü sanmaz, ama Ermeni milleti için (bu sözü kitaplarda doğrudan ve çok sık kullanmamaya özen gösterir) ayırdığı fiil, ihanettir.

Hikaye Lise 1’de başlar ve ilginç göndermeler içeren bir kurguya sahiptir: Önce, Ermenileri “vergiler altında ezen”, “Ermeni ileri gelenlerini yakalayıp öldürten”, “Doğu Anadolu’dan Orta Anadolu’ya göçe zorlayan”, “Kars ve Van yörelerinde yaşayan Ermenileri ‘katlettirerek’, topraklarını Bizanslı asiller arasında paylaştıran” bir Bizans görürüz (Kara, K., 2007a: 231-233; Lise Tarih 1, Önde Yay. İstanbul). Ve kurtarıcı sahneye girer: Ermenileri Bizans’ın bu eziyetinden Selçuklular kurtaracak, onlara hiçbir şeylerine karışılmayan, asimile edilmeye çalışılmadıkları bir huzur ve güven ortamı sağlanacak, ama heyhat, huylu huyundan vazgeçmeyecek ve daha demin Bizans’a ihanet edenler, bu defa Selçukluya ihanet edecektir; sadece ‘bize’ değil, Bizans’a da ihanet etmiştir onlar: “Selçuklu akınlarından yararlanan Ermenilerin sadakatleri çok sürmeyecektir: “Güneydoğu Anadolu’da kurulan Ermeni prenslikleri Bizans’la aralarındaki düşmanlığı unutarak Bizans desteğiyle Selçuklulara karşı yıkıcı çalışmalara giriştiler.” Bununla da yetinmezler: “Daha sonra da Haçlılar ve Moğollarla işbirliği yaptılar.” (agy, s. 233). Yazarımız, bir paragrafa dört dış düşmanla işbirliği, iki ihanet sığdırabilmiştir… Aynı anlatı kalıbı, bir sonraki sayfada bu sefer Kilikya Ermeni Prensliği bağlamında yinelenir. “Otoritesini kabul ettiği ve vergi verdiği Türkiye Selçuklu Devleti’ne karşı”, Haçlılarla işbirliği yaparak onlara yardımcı olur, Selçuklu adına yönettiği Urfa’yı Haçlılara teslim eder, “Ermeni birlikleri, Moğollarla da yan yana çarpışmalara katılır.” Paragraf sonunda hikâyenin gelip Sevr’e, Kilikya’daki Fransa destekli Ermeni çetelerine dayanması ise, bu kurgu bağlamında artık şaşırtıcı bir anakronizm değil, bir zorunluluktur (Kara, 2007a:234). Sorunla ilgili olarak gerek Selçuklu gerek Osmanlı bağlamında sürekli tekrarlanan ve bir yandan bir büyüklük, lütufkarlık, bir yandan örtülü bir hayıflanma (‘keşke o kadar hak tanımasaydık’) içeren, “dinsel inançlarına, sosyal ve ekonomik faaliyetlerine karış(ıl)madı” (agy, s. 234) kalıbı da, bu nankörlüğü daha da belirginleştirme işleviyle, özel bir ilgiyi hak ediyor. Anlatıda “sınıfsal boyut” da atlanmaz: Ermeniler, “ekonomik bakımdan toplumun refah düzeyi en yüksek kesimindeydiler”, durumları, “Türklerin durumunun tam tersi idi” (Cazgır V. vd., 2005:68; Lise Tarih 2, MEB Yay. Ankara). 19. yüzyıl sonlarına kadar “azınlıklar içinde devlete en sadık olan millet Ermenilerdi” (Başaran A. vd. 2007:116; Liseler için Osmanlı Tarihi, MEB Yay. Ankara). Her şey azınlıkların “Avrupa devletlerinin tahrikleri ile bulundukları bölgelerde bağımsız devlet kurmak” istemeleriyle başlar (Aydın İ. vd. 2007:94; TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Lise 3, MEB Yay. İstanbul). Ermeni sorununun çıkmasının nedeni, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak isteyen devletlerin uyguladıkları siyasettir. Bunda Fransız İhtilalı’nın getirdiği milliyetçilik akımının önemli etkisi olmuştur. Avrupa’ya giden Ermeni tüccarlar ve öğrenciler ile Avrupa’dan gelen misyonerler… Ermenilerin ayaklanmasında rol oynadılar.” (Kara, 2007b: 129; Lise TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Önde Yay. İstanbul) “Türk Milleti bir yandan da birlikte yaşadığımız azınlıklarla uğraşma mecburiyetinde kalmıştı. Bunlardan biri de Ermenilerdi” (Aydın vd., 2007: 104); “Ermeniler, bulundukları bölgelerdeki Müslüman halka zulmettiler” (agy, s.98) “Ermeniler Sason’da isyan çıkarınca hükümet bunları bastırmak zorunda kaldı. Bu olay, Avrupa’ya çok abartılı bir şekilde aktarılarak Rusya’dan ve Avrupa’dan Ermeni katliamı feryatlarının yükselmesine neden oldu.” (Aydın vd., 2007:105) “Çoktan beri Ermenilerden rahatsız olan Müslüman halk…” da (agy, s.106) yazarın sezilen onayıyla, olaylara müdahil olacaktır. Ve kaçınılmaz son:

“Ermeniler, 1896’da İstanbul’da yabancı sermayeli Osmanlı Bankası’nı basarak olaya Avrupa devletlerinin karışmasını istediler. 1905’te padişah II. Abdülhamit’e suikast girişiminde bulundular. 1909’da Adana’da büyük bir isyan çıkardılar… Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Ruslar, Doğu Anadolu’da ilerleyince Ermenilere isyan fırsatı doğdu. Nisan 1915’te Van’da ayaklanan Ermeniler, buradaki Türk nüfusunu katlettiler. Bu durum karşısında Osmanlı Hükümeti, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin, faaliyetlerini önleyebilmek için savaş alanı olmayan ve yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye göç ettirilmelerine karar verdi. Tehcir Kanunu olarak da adlandırılan yasa ile Doğu Anadolu bölgesi başta olmak üzere Türkiye sınırları içerisinde güvenliği tehdit eden Ermeniler yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye göç ettirildi.” (Kara, 2007b: 130)

“[Ermeniler] 1915’te Van’da ayaklandılar. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, bölgedeki Müslüman halkın güvenliği için Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Suriye’ye göç ettirmelerine karar verdi.” (Başaran vd. 2007: 117; Liseler için Osmanlı Tarihi, Ank. MEB Yay.)

“Tehcir, tabii olarak meşakkatli geçmiştir,” ama “…tedbirlerin alınması, tehciri, belki de asrın en sistemli yer değiştirmesi haline getirmiştir. Tabii ki, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı grupların kafilelerle bir tepki olmak üzere saldırıları vuku bulmuş ve Ermenilerle yapılan çatışmalarda yaklaşık dokuz-on bin kişi yaşamını yitirmiştir.” (Cazgır vd. 2005: 82; Lise Tarih 2, Ank. MEB Yay.)

Doruk noktası ise, şu cümle olur: “Soykırımı Doğu Anadolu’da Ermeniler yapmıştır. Günümüzde yapılan kazı ve araştırmalarla ortaya çıkan bulgular Ermenilerin yaptığı katliamları belgelemektedir.” (Aydın vd., 2007: 106)

Ders kitaplarımıza göre 1915, özetle bu. Aynı kalıp, Pontus meselesi (örneğin bkz. Cazgır vd., 2005 54-57) ve “Süryaniler, Nasturiler, Kildaniler” bağlamında da (agy, s. 135-136) kitapların çeşitli sayfalarında tekrarlanıyor: Tarihlerinin en mesut dönemlerini Türk hakimiyeti altında yaşayan bu halklar, hainin iğvasına uyunca, “bizim” yüzümüzden değil, ama “bir şekilde” Anadolu’dan silindiler.

Ne bu anlatının iç tutarsızlıklarını, ne de 1915’i burada tartışacağım. Konunun insan hakları eksenli analizi için, sayısız kaynağın yanında, (Akçam T., 1999, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Yay., Ank.) yeterince açıklayıcı. Sadece şunu söylemekle yetineceğim: Bu yazarlar bu satırları gerçekten inanarak yazmışlarsa, bu denli apaçık bir kurguya inanma yetenekleri, yok eğer propaganda amaçlı yazmışlarsa, mesleklerine saygıları, tebriki hak ediyor. Öte yandan, yukarıda yazılanlar bu haliyle bile, yoğun ve kitlesel bir insan hakları ihlalleri zinciri ile karşı karşıya olduğumuzun itirafından başka bir şey değildir. Bir devlet, hükümran olduğu torpaklarda yaşamakta olan kendi tebaasından bir kısım sivil halkı, içinden çıkan bir kısım milliyetçi çetenin faaliyetlerinden sorumlu tutarak, dolayısıyla mensup olduğu etnisiteden dolayı, zorla göç ettirmiş; göç esnasında bu yurttaşlarının güvenliğini sağla(ya)mamış, kitlesel ölümlere engel ol(a)mamıştır. Bir monarşi olan bu devleti yıkarak yerine kurulan Cumhuriyet’in ders kitapları ise, bugün bu yaşananları insani bir esef duygusuyla bile değil, neredeyse onaylayarak, haklı bularak, haklı kılarak, “gene olsa gene yaparız” alt metniyle ve “esas onlar kırdı” diyerek, anlatmaya devam etmektedir.

Bu anlatının doğal sonucunu, Gazi Üniversitesi’nde Prof. Mustafa Safran danışmanlığında yapılan bir yüksek lisans tezi için Çankırı’da 240 liseliyle yapılan ankette görelim: “‘Ermeni’ denilince aklınıza gelen ilk şey nedir?” şeklindeki açık uçlu soruya öğrencilerden farklı cevaplar gelmiştir. Altı liseden rastgele seçilen 240 öğrencinin % 30,42’si Ermeni denilince aklında uyanan ilk kelimenin “ihanet” veya “hainlik” olduğunu söylemiştir. “Nankör” şeklinde cevaplandıranların oranı %16,25, “terör” şeklinde cevaplayan %11,25, “Düşman” olarak cevaplayan %8,33 … “Milleti Sadıka” olarak cevaplayan %6.25, Bir “Millet” şeklinde cevaplayan %6,62 … (Metin E. , 2007:49, Lise TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Derslerinde Ermeni Meselesinin Öğretimi: Çağdaş Yay. Ankara)

Emin olun, bu ders kitapları ve tarih söylemiyle, %6,62 bile fena bir oran değil.

Ya hiç olmayanlar

‘Ermeni’nin (ve ‘Rum’ ile ‘Süryani’nin) geçtiği yerlerde nasıl geçtiğinin özeti bu. Ama bir başlık da, doğrudan insan hakları ihlallerine konu bile edilmeyenler için açmakta yarar var. Mesela Kürtler, Çerkezler ve Lazlar, örneğin Aleviler. Sözcük olarak Kürt ve Çerkez, neredeyse birer kere ortaya çıkıyor bütün ders kitaplarında: “Bir zararlı cemiyet: Kürt Teali Cemiyeti” ve “Bir ihanet: Çerkez Ethem” Laz, neredeyse hiç yok. Selahaddin Eyyubi, hiç tartışmasız ve elbette Türk’tür: “Kendisi gibi, çevresi ve ordusunun çoğu Türklerden meydana gelen Selahaddin Eyyubi…” (fiahin, 2003, sf. 87, Lise İslam Tarihi, Meydan Yay. İstanbul.) Gerektiğinde, içinde geçen Kürdistan ibaresinden dolayı, kanun Sultan Süleyman’ın I. François’ya yolladığı mektup ya da Osmanlı vilayet isimleri, haritaları, hatta Mustafa Kemal’in yazı ve konuşmaları sansürlenebilir, yeter ki, rengârenkliğimizin üstünü örtebilelim. Ne Lise Osmanlı Tarihi kitabının “Osmanlı’nın Etnik Yapısı” başlığı altında verdiği listede, ne de Lise 2 tarih kitaplarında, Kürtler var: “Aynı dinden ve mezhepten olan topluluklar bir millet sayılıyordu. Osmanlı toplumunda Türkler, Araplar, Acemler, Boşnaklar ve Arnavutlar Müslüman’dı.” (Kara, 2007c: sf. 240, Lise Osmanlı Tarihi, Önde Yay. İstanbul) MEB yayını olan kitaptaki liste ise aynıdır: “Osmanlı Devleti’nde egemen güç Türkler olmakla birlikte burada birçok ulus yaşamaktaydı … Müslüman cemaatini meydana getiren toplumlar; Türkler, Araplar, Acemler, Boşnaklar ve Arnavutlardı.” (Cazgır vd., 2005: 133) “Halkların hakları”nı, yurttaşların bir bölümünün kültürel haklarının tanınmasını geçtik, tarih kitaplarımızda bazı halkların adları bile yok.

Olmayanlar listesi bu kadar da değil. Kadın hakları hareketine, ne dünya ne Türkiye bağlamında, rastlanır. Kitaplarımızda grev sözcüğüne, sendikaya, “işçi sınıfı, emekçiler” gibi kavramlara, hele Türkiye bağlamında hiç rastlanmaz.