Tuğçe KAYAAL
Bir de Ferman diye bir arkadaşım var. Benden de hayli yaşlı. Marmara Ereğlisi’nde bir yazlığı var, tam deniz kenarında, bir de bahçesi. Lakin bahçede tek bir ağaç yok. Ekmiş domatesi, biberi, mısırı, ay çekirdeğini, misafirlerini onlarla avutuyor… “Niye bir tane ağaç dikmezsin yahu?” dedim ki bin pişman oldum sorduğuma. “Dikmem arkadaş” dedi ve başladı anlatmaya: “… Yaşantımın her anında, her gittiğim yerde ağaç diktim ama meyvelerini başkaları yedi. Ben yiyemedim. Onun için burada ağaç dikmiyorum. Günübirlik kendi yiyeceğim, sebzemi yetiştiriyorum, o kadar işte.!”
Hrant Dink’in ‘Fermanın Dermanı’ başlıklı Agos gazetesinden çıkan yazısından yapmış olduğum bu kısa alıntı, topraklarından sürülen ve tarihin belirli kesitlerinde göç etmek zorunda bırakılan bireylerin ve toplumların, bilinç altında nasıl bir duygu ve fikir yaratıldığının en bariz örneği olarak karşımızda durmaktadır. İnsan eliyle oluşturulmuş üst bir otorite, yani devlet iktidarı tarafından topraklarından kopartılan halkların, ömürlerinin büyük bir bölümünde her an göç ettirileceklermiş gibi hissetmelerinden daha doğal ve tüm insanlık için daha acı verici bir durum olabileceğini düşünmüyorum.
Peki, biz toplumlar ya da daha spesifik anlamda Türkiye toplumu, siyasi tarihimizde yaşanmış olan bu göçü ve soykırımı nasıl hatırlamaktayız ya da daha doğru bir tabirle, ülkenin ‘tarih yazıcı’ elitleri tarafından bu olaylar bize nasıl hatırlatılmaktadır? İktidar eliyle oluşturulmuş toplumsal hafızamızda, bu topraklarda bir zamanlar yaşamış ve Anadolu’nun bir parçası olan bu insanlar nerede durmaktadır? Bu sorular etrafında tartışırken, eleştiriye başlanılması gereken en önemli noktanın, biz sıradan insanların günlük yaşantımızda tehcir ve şiddete uğramış bu insanları nasıl andığımızı sorgulayarak ve Türkiye’nin var olan resmî tarih tezinin neresinde durduğuna bakarak başlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Çok olasıdır ki, bir çoğumuz büyük annelerimizden, dedelerimizden ve hatta anne-babalarımızdan, “Bir zamanlar bir Ermeni komşumuz vardı, ne iyi anlaşırdık” ya da “Hemen alt sokağımızda bir Rum terzi vardı, ne kadar iyi insandı” gibi belki pek çoğumuza göre artık bir hayli klişeleşmiş anılar dinleriz. Fakat böylesi bir kullanımın altında var olan ciddi bir sorunu ortaya koymanın gerekli olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. İnsanların dilinde dolaşan bu hikâyeler, bir nostalji tadı vermekten ileriye gidememektedir maalesef… “Ne güzel insanlardılar” ve “Bir zamanlar vardılar” diye hayıflanırken, aklımızın bir tarafında tutmamız ve mümkün olduğu kadar sık bir şekilde kendimize sormamız gereken sorunun “Vardılar ama niçin kayboldular ve nereye gittiler?” sorusunun olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun aksi bir yaklaşımı, Anadolu’nun toplum mühendisliğine soyunan iktidarlar tarafından ‘azınlık’ konumuna düşürülen halklarının, geçmişten kalmış bir nostalji olmaktan başka bir anlamı taşımadığını ve bunun da hem insanlığa, hem de devlet tarafından göç ve şiddete uğramış bu halklara karşı ciddi bir haksızlık ve suç unsuru oluşturduğuna inanıyorum.
Peki, toplumsal hafızanın inşasında, resmî tarih tezinin yeri ve önemi nedir? İlkokuldan beri bir hayli içli dışlı olduğumuz ve her daim maruz bırakıldığımız bu resmî tarih tezi, bize, öncelikle iktidarın yaşanmış tarihsel olayları görmemizi istediği şekilde gösterme misyonuyla yükümlüdür ve iktidarlar için, resmî tarih tezi altında yaratılmış olan bu tarih olgusu, hem modern toplumun, hem de bu toplumun hafızasının inşasında kullanılan oldukça önemli bir araçtır aynı zamanda… Bu konuyla ilgili bir örnek vermek istersek, 1915 Ermeni ‘tehcir’inin neden olduğu, nasıl olduğu ve insanların yaşadıkları yerlerden, evlerinden koparılıp hangi şartlar altında nasıl sürüldüklerinin hikâyelerini, lise kitaplarımızda okuma şansına sahip değiliz maalesef… Ya da Varlık Vergisi uygulamasının ne menem bir şey olduğunu, eğer şanslıysak, ancak, üniversitede öğrenebiliriz ve buna ek olarak, Varlık Vergisi gibi 1923 Mübadelesi’nin de etkisiyle, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce toplumun %20’sini oluşturan gayrimüslim nüfusunun, savaştan sonra %2,5’a düştüğü gerçeğiyle, ancak, kendi çabalarımızla yüzleşebiliriz… Bu noktada, resmî Kemalist tarih yazıcılığının izlediği yolu ve nasıl bir mantık taşıdığını irdelemenin önem taşıdığını belirtmek gerekir. Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ile ilgili yapmış olduğu çalışmasında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
Bütün millî devlet kurmayı başarmış milliyetçi akımlar gibi, Kemalist milliyetçilik anlayışı da sistematik olarak ‘biz’ ve ‘diğer/öteki’ kavramlarını kendi üslubunca tanımlar. Ve bu tanımları zaman içinde kurumsallaştırır. Burada ‘kurumsallaştırma’lardan kasıt, bir yandan bu tanımların hayata geçirilip içselleşerek, sürekli tekrarlanan siyasal pratikler hâline dönüşmesi; diğer yandan bu tanımların işlevselleşmesi sonucunda somut kurumları (parti, bürokrasi, eğitim, vs.) biçimlendirmesidir.
Ayhan Aktar’ın da belirmiş olduğu gibi, kendisini ulus-devlet kavramı içerisinde modern bir ulusal toplum yaratma misyonu ile yüklemiş olan Kemalist iktidar mekanizması, tepeden inmeci bir anlayışla kurgulamış olduğu bu ‘biz’ ve ‘öteki’ ayrımını, bürokrasi ve parti gibi önemli iktidar mekanizmalarını da bu ideolojik bilinç doğrultusunda şekillendirerek, iktidarın önemli uzantıları olan eğitim gibi araçlarla, yarattığı resmî tarih tezinin toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar inmesini sağlamaktadır. Hatta böylesi bir kurgunun en uç noktasında yer alan sonuç, toplumsal hafızada iktidar eliyle kurgulanmış olan ‘öteki’nin, toplumun geneli tarafından düşman olarak algılanmasına kadar gitmektedir. Şunu da aklımızda tutmalıyız ki, tarih, iktidarların toplum üzerinde kurmuş oldukları otoriter güçlerini pekiştirmek adına sahip oldukları önemli bir silahtır. Çünkü tarih, aynı zamanda bir devamlılık hissi verir. İktidarlar tarihi kurgularken, eş zamanlı olarak bir toplumun kimliğini de şekillendirebilme yetisine sahiptir.
Var olan tarihsel gerçekleri çarpıttığı gibi, iktidarın eliyle yarattığı ve daha sonra arkasına sığındığı resmî tarih tezi, aynı zamanda var olan pek çok tarihsel gerçekliği yokmuş gibi göstermek eğiliminde bir tavırla da hareket etmektedir. Örneğin, azınlık tarihi kadar devletin sorun yaşadığı bir diğer alan olan Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemi feminist tarihi yazımı, iktidarın o otoriter ve kontrolcü elinden nasibini almış ve bir anlamda tekrar kurgulanan kadın hareketi tarihinden, ‘öteki’ kurgusunun bir parçası olan gayrimüslim feministler yok sayılmıştır. Ermeni kadın hareketinin önemli isimleri olan ve Osmanlı kadın hareketinin biçimlenmesine de katkı sunan Elbis Gesaratsyan, Zabel Asadur gibi isimler dışlanarak yok sayılmış ve aynı zamanda sınıfsal bir perspektifle hareket eden Zabel Yesayan gibi aktivist isimlere de kurgulanan tarih yazımında yer verilmemiştir. Anadolu’nun azınlık ve feminist tarihi anlamında yapmış olduğumuz bu değerlendirmeyi özetlememiz gerekirse, toplumsal düzlemde devlet eliyle gerçekleşmiş birtakım sürgün ve şiddet politikalarıyla, Anadolu’nun azınlık durumuna düşürülmüş halkları, aynı iktidar güçleri tarafından kurgulanmış tarih yazımıyla da öteki durumuna düşürülmüş, toplumsal hafızaya da bu şekilde kodlanarak bir anlamda bir ‘düşman’ imajı yaratılmış ve toplumsal hayat ile toplumun genelinin bu kesimlerle olan ilişkisi, böyle bir algı üzerinden şekillendirilmiştir.
Peki, iktidarın hastalıklı bir toplumsal hafıza yaratmasına yol açan bu resmî tarih tezlerinin, bu ‘büyük tarih’ anlatılarının yerine nasıl bir alternatif koyabiliriz sorusunu sormamız ve alternatif yollar üzerine düşünmemiz, en azından sorunun kaynağını belirlememiz kadar önemli ve kritik bir noktadır. Bu soruya bir cevap olarak, ben, ‘yeni bir tarih anlatısı’ kurgulamanın acil bir gereklilik olduğunu düşünüyorum. Bunun da olabilecek en iyi yolu, sözlü tarih ya da gündelik yaşam tarihi ile toplumsal tarih çalışmalarıyla, artık devletlerin tarihi yerine, iktidar eliyle pek çok acı yaşayan insanların tarihini yazmanın, daha sağlıklı, barışçıl ve vicdan sahibi bir toplumsal hafıza kurgulamada acil bir önem ve gereklilik taşıdığı kanısındayım. E. H. Carr’ın da ‘Tarih Nedir?’ çalışmasında belirtmiş olduğu gibi, artık tarihçiler, Waterloo Savaşı’nı anlatırken, devletlerden ziyade, savaşın yaratmış olduğu şiddet ve hatta savaş koşullarıyla bağlantılı olarak doğan sağlık sorunlarıyla yüz yüze kalan cephedeki askerlerin ve sivillerin tarihini, daha doğrusu savaşın gerçek kurbanlarının tarihini yazacaktır. Böylesi bir mantığı kendi tarih yazımımıza uyguladığımızda da, artık, 1923 Nüfus Mübadelesi’ni anlatırken, devletlerin dönem içerisindeki tarihsel ‘zorunlulukları’na ve ‘çıkarları’na kafa yormak ya da anlamaya çalışmak yerine, bu mübadeleye maruz kalarak, yaşadığı yerden olan insanların neler yaşadığını ve nasıl sorunlarla karşılaştığını göstermek olacak kurgulanacak alternatif bir tarih yazımının amacı… Artık, bu toprakların yok sayılan halklarının, bir zamanlar bu topraklar üzerinde yaşadığı, nasıl ve nereye ‘kaybolduğunu’ anlatmak olacak aynı zamanda bu yeni tarih yazımının derdi… Bu noktada da, resmî tarih anlatısının kurgulamış olduğu kuru ve milliyetçi ‘vatan’ anlamından ziyade, yaşadığımız toprakları böylesi büyük siyasi ve tarihsel anlatıların yüklemiş olduğu ulusal kavramlardan arındırarak, toplumu ‘yaşadıkları evlerden olan insanlar’ üzerine düşünmeye yöneltmek ve devletlerin politikalarıyla kurgulanan ‘ulusal sınır’ algısından kurtularak, toplumsal algımız, bir anlamda daha rahat düşünebilme ve diğerini anlamak imkânına kavuşabilecek…
Bu anlamda yapılan umut verici çalışmalara, hem sözlü tarih çalışmalarında hem de belgesel sinema çalışmalarında rastlamak mümkün. Enis Rıza Sakızlı’nın ‘Yeni Bir Yurt Edinmek’ ve ‘Ayrılığın Yurdu Hüzün’ yapıtları, belgesel sinemacılığın hem sanatsal hem de didaktik tonuyla, tarih yazımı üzerinde nasıl tamamlayıcı bir unsur olabileceğini bize en iyi şekilde gösteren örneklerden ikisidir. Öncelikle ‘Ayrılığın Yurdu Hüznü’ belgeselinin mübadele sonrası boşaltılan Kayaköy üzerine yaptığı anlatıya baktığımızda, görüyoruz ki toplumsal hafızamıza kazınmış olan o ‘dönemin gereklilikleri’, ‘devletin bekası’ anlatıları uçup gidiyor ve bizler, eğer hâlâ hep beraber yaşayabiliyor olsaydık, ne kadar farklı ve demokratik bir ülkede yaşama ihtimalimiz olabileceği üzerine düşünmeye başlıyoruz. ‘Ayrılığın Yurdu Hüzün’ü tamamlayıcı bir yerde duran ‘Yeni Bir Yurt Edinmek’te ise, Sakızlı, birbirimizle konuşma şansı yakalayıp, acılarımızı paylaştığımızda; daha sağlıklı bir şekilde tarihe bakabilmemizin ve geleceğe daha yapıcı bir yaklaşım geliştirebilmemizin ve hatta yeniden iletişim kurabilmemizin mümkünlüğünü bizlere göstermektedir. Her iki yapımın da bizde yarattığı izlenimin, belgeselciliğin ‘objektifliği’ ısrarının ötesinde, daha vicdanlı bir duruşun, daha sağlıklı ve etkili bir sonuç yaratacağının ve özellikle belgeselciliğin, sözlü tarih çalışmalarını besleyerek uzun yıllardır tarih çalışmalarını arşivlere ve belgelere hapsetmekte olan baskın algının tersine, yaratılan bu görsel malzeme kaynağıyla toplumsal tarih bilincinin yeniden, daha olumlu bir yönde şekillenebileceğinin ve daha etkili bir tarih yazımının gerçekleştirilebileceğinin en önemli göstergesidir. Belgesel sinemacılığın önemli katkısıyla birlikte, resmî tarih tezinin bizleri hapsetmiş olduğu ‘büyük tarih anlatıcılığı’nı aşıp, halkların ve bireylerin tarihini yeniden yazabilme imkânını bize sunacağı gibi, tarihin yok saydığı insanların yeniden tarih sahnesine çıkmaları da mümkün kılınacaktır.
Aynı belgesel sinemacılıkta olduğu gibi, tarihin sinemada kurgulanması da toplumsal hafızayı yenilenmede önemli bir işleve sahiptir. Tasos Boulmetis, ‘Politiki Kouzina’ (Bir Tutam Baharat) adlı yapıtında, baharatlar ve yemek tarifleri üzerinden, aynı topraklarda yüzyıllarca birlikte yaşamış iki halkın ortaklaştıkları noktaları, yemek kültürü üzerinden gösterdiği gibi, insanların kendi evlerinden nasıl koparıldığını, seyircisinin vicdanına dokunarak başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Sanat aracılığı ile böyle bir algının yaratılması ise, toplumun genelinin artık bir miktar daha Rum komşularının ‘bir zamanlar vardılar, ne güzeldi’ algısından daha öteye, ‘nereye kayboldukları’ üzerine düşünmeye itmektedir.
Boulmetis’in filminde uyguladığı, iki halk arasındaki kültürel ortaklıklara değinerek yapmış olduğu gibi, yeni bir toplumsal hafıza kurgulamak adına yapılan sözlü tarih çalışmalarına da rastlamak mümkün. Bunun en önemli örneklerinden biri ise, Gülçiçek Günel Tekin’in Müslümanlaştırılan Ermeni kadınlar üzerine yapmış olduğu çalışması. Çoğu vefat eden bu kadınların torunlarıyla yapmış olduğu sözlü tarih çalışmasında, bu torunların büyükannelerinin yapmış olduğu yemekler üzerinden, bu tatların hatırlamadaki rolü okuyuculara gösterilmektedir. ‘Bir Tutam Baharat’ filminde ise, yine koku ve lezzetlerin, insanların hafızalarındaki geçmiş algısında nasıl silinmez bir yer ettikleri ve belirli döneme ait olan geçmişi nasıl bu kokular üzerinden kurguladıklarını göstermektedir. Gerek lezzet ve kokular, gerekse ninniler ya da pek çok diğer kültürel öğeler, toplumsal hafızamızı şekillendirmekte önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak, var olan iktidar mekanizması toplumsal hafızamızı eğitim gibi çeşitli kanalları da kullanarak şekillendirmeyi bir şekilde başarmaktadır ve iktidarın bu tekelini kırabilecek, bizlere her daim ‘öteki’ olarak tanıtılanın düşman olmadığı ve nereye kaybolduğu üzerine düşünecek alternatif bir tarih anlatısı yaratmak da mümkündür. Belgesel sinemacılığın sağlayacağı kıymetli görsel malzemeyle el ele yürüyecek sözlü tarih çalışmalarının, sıradan insanların tarihini yazarak bunu başarıyla gerçekleştirebileceğine şüphe yoktur. Bu noktada, daha önce de belirttiğimiz gibi, bana göre objektif olma derdinden ziyade, vicdanın yanında olmak ve bu yönde taraf tutmak önemli ve ayrıca da sağlıklı bir toplumsal hafıza yaratmakta değerlidir. Bu bilinçle, yeniden yazılacak olan toplumların tarihinin ise ortaya çıkaracağı olumlu bir etkiden hiç şüphe yoktur.
KAYNAKÇA:
1- Aktar, Ayhan, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları.
2- Carr, Edward Hallet, Tarih Nedir?, İletişim Yayınları.
3- Dink, Hrant, Bu Köşedeki Adam, Hrant Dink Vakfı Yayınları.
4- Ekmekçioğlu, Lerna ve Bilal, Melissa, Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras Yayıncılık.
5- Tekin, Gülçiçek Günel, Kara Kefen: Müslümanlaştırılan Ermeni Kadınların Dramı, Belge Yayınları.
6- Sinema Söyleşileri Kitabı 2010, Tarih ve Belgesel Paneli.
Filmler:
1- Ayrılığın Yurdu Hüzün– Enis Rıza Sakızlı.
2- Yeni Bir Yurt Edinmek– Enis Rıza Sakızlı.